“Niye yaşayayım ki? Yaşamak için bir sebebim mi var? İyileşmek bile istemiyorum. Ölüm belki kurtarır beni. Herkes de rahat eder, ben de rahat ederim.”

“Niye öyle düşünüyorsun? Çoluğun çocuğun var. Hayatın güzellikleri, zevkli, mutlu tarafları var. Dostlar, arkadaşlar, her tarafından yaşam fışkıran doğa var, toprak var. Yetmez mi bunlar sana?”

“Hiç kimse istemiyor beni, ne karım, ne çocuklarım. Benim için, kendimi değerli görmem için hiçbir şey yapmıyorlar. Söylemiyorlar ama için için ölmemi düşündüklerini hissediyorum: Yoruyorum onları. Benden tiksiniyorlar. Çok sıkıntıları var. Ayak bağı oluyorum onlara. Zamanlarını benimle, hastane odalarında, koridorlarında, doktor beklemekle geçiriyorlar. Hayatlarından koparıyorum onları.”

“Yapma, yaşamak her zaman güzeldir. Birilerinin seni istemelerine gerek yok. Önemli olan senin istemendir. Senin hayata tutunman, hayatı sevmen, hayatla barışmandır. Sana hizmetten övünç duyuyorlar, ‘babamızı bakıyoruz, babamızla ilgileniyoruz’ diye mutlu oluyorlar.”

“Hayat sevince güzeldir, sevgiyle güzeldir, yaşamak sevgi kadardır. Sevgi ölürse, öldürülürse, olur olmaz nedenlerle boğulursa, hayat sevgisiz kalırsa ve herkes konuşur ve kimse yardım etmezse, yapayalnız ve çaresiz kalırsın. İşte o zaman ‘niye yaşayayım’ diye sormaya başlarsın. İnsan kendine; ‘yaşamak için bir nedenim kaldı mı’ diye sorar, isyan ederse… Bir kez olsun seni sevindirecek bir söz duymazsan ağızlarından, seni şaşırtacak, sevince boğacak bir söz, bir davranış… ‘Nankör müyüm’ diye soruyorum kendime. Doğru, dürüst, kendimi aldatıp kandırmadan. İnsan başkalarına yalan konuşabilir, başkalarını aldatıp kandırabilir, ama kendini asla! Söylediler, yaptılar da ben mi yadsıyorum? Mutluluk beklenmedik bir anda beklenmedik bir iş, bir söz, bir davranışla karşılaşmak değil midir? Şaşırmak ya da bir yudum rakıyla sarhoş olmak gibi bir şey…”

“Eşin, çocukların seni düşünmeyecek kadar sorumsuz, senden bıkıp usanacak kadar vurdumduymaz değiller. Seni seviyor, sayıyor, sana değer veriyorlar. Belki beklentilerini karşılayamıyorlar, ama gönlünü yapmak için çırpınıyorlar. Hepsi de akıllı, zeki, kültürlü insanlar. İnsana ne kadar çok değer verdiklerini bilirim. İnsana bu denli çok değer veren bu insanlar sana ‘değersizmişsin’ gibi davranamazlar. Hem onlara, hem kendine haksızlıktır bu.”

“İyileşsem, hastaneden çıksam, eve gitsem, ‘niye geldin’ dercesine bakacaklar suratıma. Hastalığımla ilgilenir görünecekler, milletten utandıklarından, ‘el alem ne der’ diye korktuklarından. Yatağımı, yorganımı, yastığımı, karyolamı güzel göstermek için ellerinden geleni yapacaklar. Yatağım, odam ne kadar güzel görünürse o kadar iyi bakıldığım kanısı oluşacak. Ailem de görevini çok iyi yapmış olacak, çevresinden, el alemden takdir görecek, mutlu olacaklar. Oysa ruhumda, bedenimde fırtınalar kopuyor. Kimse ne düşündüğümü, ne yaşadığımı sormuyor bile.”

“Biraz da sen öyle yapmadın mı onları? Sen yetiştirdin, çevre, okul yetiştirdi; zaman diyoruz. Öyle değil mi? Yanlış mı düşünüyorum yoksa?”

“Etkilemek, öğretmek, eğitmek için dinlenmek gerek. Senden istekte bulunulması gerek. Anlamadan, dinlemeden sürekli itiraz, sürekli karşı çıkış, direniş ve eleştiri bir yerlere varmayı, bir şeyler öğretmeyi ortadan kaldırır. Kimin ne istediği, kimin ne söylediği anlaşılmaz bile. Bırakın eğitmeyi, öğretmeyi, yetiştirmeyi, karşılıklı anlaşmak bile zorlaşır o zaman. İnsan bir yerden sonra yoruluyor, bıkıyor, usanıyor, laf anlatamaz oluyor. ‘Ne haliniz varsa, görün’ deyip mücadeleyi bırakıyor. Herkes bildiğini söylüyor, direniyor ve öğrenmek istemiyor. Senin bilgine, deneyimine ihtiyaç duymuyor. O zaman kime ne anlatacaksın? Konuşmayı sürdürürsen, kaktüs olup çıkıyorsun, ya da ısırgan olup yakıyorsun.”

“Sevgi, pek çok sorunun üstesinden gelebilir.”

“Bırakın sevgiyi, saygı duyulmayan bir yerde hangi sevgiden söz edeceğiz? Tüm hareketler, konuşmalar alışkanlığa dönüşmüş; gelenek, görenek, önyargılarla karıştırılarak düşünce sosu yapılmış. Akla, mantığa, bilgiye dayalı ağızdan çıkan bir söz yok. Bencillikler, ‘millet ne der’ korkusu ve kaygısı diğerleriyle birlikte sevginin ölümüne, tuz-biber oluyor. Her fırsatta ‘laf ola, torba dola’ biçiminde konuşuluyor. ‘Karşımdaki insan üzülür mü üzülmez mi, kırılır mı kırılmaz mı’ endişe ve kaygısı taşınmıyor, ona göre hareket edilmiyor. Değil sorun çözmek, sorunlar büyütülüp tartışmaya, kavgaya dönüşüyor. O zaman sevgi, bir elbise, bir saç tokası bile etmiyor. Yaşamın hay huyu içinde unutulup gidiyor.”

“Çok acımasız değil mi konuşmaların? Hastalığa sığınıp insanları, hele yakınlarını bu kadar suçlayamazsın. Kızgınsın, öfkelisin, sinirlisin, ama bu, senin zehir kusmanı haklı göstermez. Sen onlardan sevgi beklerken, sen onlardan değer görmek isterken, sen onlara sevgi gösterip, değer veriyor musun? Onlardan ne bekliyorsun, onlara ne yapıyorsun? Bir düşün bakalım yaptığını ‘doğru’ gösterecek bir iz, bir işaret var mı?”

“Sevgi karşılıklı bir etkilenişimdir. Verilip alınan bir enerjidir. Söylenenlerin, yapılanların bir karşılığı yoksa saksıda bir başına bırakılan çiçek gibi kurur. İnsan bunca zaman verdiği emeği, mücadeleyi düşünüyor. Bir yere geldiğinde tıkanıyor. Sanki ‘boşa gitti her şey’ sanısına kapılıyor, yıkılıyor, çöküyor. Acıyor yüreğin. Yapayalnız kaldığın duygu ve düşüncesi içini kahırla dolduruyor. Sevgice, kendiliğinden yapılması gerekenler, yürekten, gönülden olmuyorsa, zorunlu bir görev olarak yapılıyor. Yani herhangi bir insanın yapabileceği şeyler olmaktan öteye gitmiyor. Bir sürü güzel sözü, davranışı, hizmeti parayla da satın alabilirsin, ama o, sevgi olmaz. Sevgice, gönülce yenen bir acı soğan, dünyanın en güzel tatlarından, ballarından daha tatlı gelir insana. Sevgi insanı sarıp sarmalayan, göklerde uçuran bir varoluştur. Çiçek gibi yeşertip koruyup kollamak, üstüne titremek gerekir. Küskün, utangaç, yasaklı, özgürlüklerinden yoksun çiçek açmaz; güzelliklerini göstermez, kokusunu duyurmaz; çiçek olduğunu bile bilmez. Dibine ışık vurmayan mumdur; ölgün ve solgun, yaşamın parıltısından yoksun, karamsarlıklarla örgülü...”

“Çok zalimce bir değerlendirme… Yaşamak nedir o zaman?”

“Zalim olan ben değilim, zalim olan hayatın kendisidir. Tüm güzellikleriyle birlikte ölüme götürüyor insanı. Ona ‘kader’ deyip susuluyor, ben söylediğimde ‘zalim’ oluyorum. Benim öyle bir derdim yok. En azından ben, sevgi olmadan yaşama sevincinin olmayacağını, yaşama sevinci olmayınca da yaşamanın saçma olacağını anlatmaya çalışıyorum. Ama zalim olduğumu söylüyorsun. İnsanlara bak: Kendilerini, bedenlerini, hormonlarını, düşüncelerini, doğanın, cıvıl cıvıl kuşların, çiçeklerin, böceklerin, ağaçların, gökyüzünün, bulutların, yıldızların, düşlerin olmadığı bir dünyaya mahkum ediyorlar, Tanrı’nın sunduğu tatlardan, güzelliklerden yoksun bırakıyorlar. Asıl hayatı yaşanmaz, çekilmez kılan, asıl zalimlik mahkum ediş değil mi? Kupkuru, yavan ve tutsak yaşamak değil mi? Rüzgarlar, kuşlar, çayırlar, çimenler, ormanlar ne denli özgür… At gözlükleriyle at suratlı bir hayatı yaşıyorlar. Böyle bir hayatı yaşayacaksın da ne olacak?”

“Ne söylersen söyle, yine de yaşamak güzel! Sorunsuz nefes almak, kuşların sesini duymak, gökyüzüne, denize bakmak, açan gülleri, hanımellerini, begonvilleri, papatyaları görmek çok güzel. Her bahar limon, mandalina, portakal çiçeklerinin kokuları içinde yaşamak, o kokuları ciğerlerine çekmek, onlarla uyuyup uyanmak, sabahleyin güneşi karşılamak; güneşle yıkanıp doğayla kaynaşmak muhteşem değil mi? Doğaya bak, incele, araştır, her bir tarafında seni şaşırtacak gizleri, keşfini bekleyen hazineleri var… Gökyüzü, sonsuzluk, yaşama tutkusu… Her biri ayrı bir güzellik, ayrı bir tat, her biri ayrı bir yaşam kaynağı ve yaşama nedeni… Seni bekliyorlar.”

Sevgiyle, esenlikle kalınız…