Özüne-iç dünyasına gözlerini çeviren; kafasında doğruluğu, dürüstlüğü, ahlaklı olmayı ölçmeye, biçmeye çalışan bir insan vicdani bir hesaplaşmaya girdi demektir. “Doğruluk nedir, dürüstlük nedir, ahlaklı ve namuslu olmak ne demektir” sorularını sorarken, yanıtlarını ararken, aslında kendini sorguluyor, öğrendiklerini kendine uyarlamaya, iyi insan olmaya ve sorumluluklarını anlamaya başlıyor demektir.
Yaşamsal koşullar kimi zaman insanları zorlar, “kendileri olmaktan” çıkarır, “başkaları gibi yapar”; insanlar ayırdına varmadan değişir, farklılaşır; kendilerine yabancılaşır, özlerini tanıyamaz olurlar. “Baskılardan, suçlamalardan, bulunduğu statüden, mevkiden”, toplumun verdiği “değerlerden”, geleneksellikten aşağıya düşmek istemezler. Belli bir süre için olsa da yalanla “kendilerini kurtarmayı, korumayı”, durumu idare etmeyi büyük başarı sayarlar.
Doğru, dürüst, ahlaklı, namuslu olarak kendini “göstermeye” çalışmak, hatta “yalanın, aldatmanın, kandırmanın, hilenin” kötülüğünü, çirkinliğini anlatarak savunmaya geçmek, kendini kişilikli, sağlam karakterli, inanılır, güvenilir birisiymiş gibi göstermek ve tanıtmak onlar için çok zeki olmakla eş değerdedir. Bir gün “gerçek yüzünün” görüleceğini, aynanın sırlarının döküleceğini ve gerçeklerin ortaya çıkacağını başarı sarhoşluğundan hesap bile etmezler. Kendilerini kurtarmak, onlar için, “söylenmiş bir sözü söylenmemiş, yapılmış bir işi yapılmamış gibi” yadsımaktır. Hani türküde geçer ya: “Akşama söz verip de sabaha caymak m’olur?” Hakkında söylenenler bir bir ortaya çıkarken, bilmeyenler, tanımayanlar şaşkınlıktan şaşkınlığa düşerler, “bu, nasıl olur” demekten kendilerini alamazlar.
Yalan konuşmak, aldatmak, kandırmak kimilerinin mesleği gibi olur. Her sözünde-inanılır-güvenilirliğini yitirdiği için-bit yeniği aranır. Yalancı çoban hikayesini bilirsiniz. Birkaç kez köylüyü kandıran çobana, son anda “gerçeği söylemesine rağmen” köylü inanmaz ve cezasına katlanmak zorunda kalır.
Yalan, “gerçeğin üzerini örtmektir.” Gerçekse, “somut, doğal ve nesnel olan”, varlığı yadsınamayandır. “Akla, bilime, bilgiye, doğallığa” dayanır. Bunun dışında bireysel gerçekler, toplumsal gerçekler de vardır, somut ve nesnel değillerdir. Kimileri insandan insana, kimileri toplumdan topluma değişiklik gösterirken somut ve nesnel olan gerçekler evrensel özellik taşırlar.
Yalancı, “yalan konuşan, yalan konuşmayı alışkanlık haline getiren” insandır. Yaptığı işten, insanları aldatmaktan, kandırmaktan, doğaya ihanetten zevk alır.
Yalancı “neden gerçeği, doğruyu” söylemez, “uydurduğu, aldatmaya, kandırmaya yönelik” her kavramı, her düşünceyi diline dolar? Bunu yaptıran pek çok neden varken, bizim üzerinde duracağımız “çıkar, baskı ve korkudur.”
Bazı insanlar çıkarlarını korumak ve sürdürmek için birilerini aldatır, kandırır, yalan konuşurlar. Bu konuda o kadar ustalaşmışlardır ki, kendi çıkarlarını gizler, karşısındaki insanların çıkarlarını düşünüyormuş” gibi yaparak başarılı da olurlar.
Bazıları “üst makamların, komutanların, ağaların, babaların, güçlülerin, gelenek ve göreneklerin baskısı ile” ezilir ve kendilerini yalan konuşmak zorunda duyumsarlar, yalan konuşurlar.
Korkuya dayalı yalanlar, dayağa, yaralamaya, öldürmeye, ekmeğinden, mesleğinden, toplum içindeki yerinden olmaya kadar giden eylemleri içerdiği için, tacize uğrayan kimi insanlar “korku” yüzünden” susar ya da yalan konuşurlar; gerçeği söylemezler. Çevrenizde susan ve korkudan gerçeği gizleyen o kadar çok insan var ki, gerçek bilinmediği için de nice namussuz insan, namuslu diye bilinir.
Aileler içerisinde hiç önemsenmeyen “anne-baba korkusundan” çocuklar farkında olmadan “yalan” konuşur ve zamanla yalana alışırlar. Anneye, babaya söylenen yalanlarla “dayaktan, azarlanmaktan, uğrayacakları şiddetten” o an için de olsa kendilerini kurtarırlar. Hele kavga eden kardeşleri ayırmak ve geçici barışı sağlamak için annenin “babanız geliyor” ya da “akşama babanıza söyleyeceğim” sözü çocuklara ustalıkla söylenmiş yalanlardır. Çocuklar “kurtarıcı” yalanlarını asla unutmazlar. Anneler, çocuklarını gelenek şablonuna uydurduklarında eğittiklerini sanırlar. Her şeyi düşündüklerine, saçlarını süpürge yaptıklarına, her türlü fedakarlığa katlandıklarına inanırlar; fakat nedense çocuklarının bir beyni olduğunu hesaba katmazlar. Yalanların o beyinde bırakacağı izi göremezler.
Yalanla beslenip hayata atılanları, hele ülke yönetiminde söz sahibi olanları, süreli yayınlar gibi her akşam tv haberlerinde izleyebilirsiniz. “Et kokmasın diye tuzlanır.” Fakat sözleriyle, konuştukları yalanlarla “tuzu nasıl kokuttuklarını” da görürsünüz. Ahlaksızlık salt apış arası fantezileri değildir. Tuzu kokutmak, haksızlık, adaletsizlik en büyük ahlaksızlıktır.
Yalan, gerçek hırsızlığıdır, doğaya iftira ve ihanettir.
Sevgiyle, sağlıkla kalınız…