Bu ülke, bu toplum daha ne görecek, daha ne yaşayacak ki “muhalefet” iktidar olabilsin? Tüm olağanüstülüklere, bilerek isteyerek yapılan tüm yanlışlara rağmen muhalefet bir senteze ulaşıp umut ışığı yakamıyorsa, daha neyin olmasını bekliyorlar? Ölümden daha ağırı mı var? / İnsanları acımasızca, önlem alınmadan öldüren maden kazaları yetmiyor mu? Görev ihmalliğinden doğan tiren faciaları az mıdır? Ya üçüncü günde deprem yerine ulaşılamıyorsa… Bu denli verimli bir siyaset toprağında muhalefet “iktidar ağacını” dikip yetiştiremiyorsa bir daha halkın huzuruna çıkmasınlar, yeni kadroları getirsinler.

Yirmi yıl içerisinde “imar affı” kapsamında çıkarılan ve çürük binalara para karşılığı verilen “yasal oturma izni” sayesinde insanların ölümünü hazırlayan, “deprem değil bina öldürür” bilgisine inat “kaderciliği pompalayan” bir anlayışla binlerce insanın ölümüne, binlercesinin sakat, evsiz-barksız kalmasına, çadırlarda, konteynırlarda yaşamasına neden olmaları yetmiyor mu? Barınma, beslenme, su, temizlik, eğitim sorunları, doğal yaşamın dışına çıkılmaları işin tuzu biberi. Hala yakınlarının cenazelerine ulaşamamaları başka bir sorumsuzluk, beceriksizlik ve başarısızlık değil mi? Muhalefet neyi bekliyor? İktidarın altın tepside sunulmasını mı?

Sellerle, heyelanlarla, dere yataklarına verilen inşaat izinleriyle yapılan binalarla, ıslah edilmeyen dere / çay / nehirlerle, tomruk depolarıyla onlarca insanın ölümüne, kaybolmalarına, evsiz-barksız kalmalarına neden olmaları iktidarın yolunu açmaz mı?

Ülke enflasyon ve zam bataklığına döndü. Çıkmak için uğraştıkça daha çok batıyoruz. Döviz, faiz toplumun kanını emiyor. Merkez Bankasının arka kapısından dilenilerek getirilen yüzlerce milyar dolar satıla satıla, üretim yapılmadan dışalımla uçan kuşa borcu olan ülke durumuna getirildik. Rezervler iki yıldır ekside seyrediyor. Altınlar rehin verildi. Oluşturulan “Varlık Fonu” nasıl kullanılıyor, borsada nasıl satılıyor, kimsenin bildiği yok!

Yap-işlet-devret yöntemiyle yapılan yollara, köprülere, tünellere, şehir hastanelerine ödenen fahiş bedellerle hazine haraca kesildi. Ülke tam anlamıyla “talan ve ganimet” anlayışıyla yağmalandı. Ucu açık, ardı arkası gelmeyen zamlar, faiz ve yükselen kurlarla meydana gelen ücret adaletsizliklerinin giderilmesi için getirilen ağır vergiler, akaryakıt, doğalgaz, elektirik faturaları altından kalkılmaz oldu. Hele ev kiralarındaki korkunç artışlarla, kiracılarla ev sahipleri arasındaki sorun çözülmeyerek çatışma ortamı yaratıldı, iş ölümcül boyuta taşındı.

Fabrikatör-işveren, patron rahatsız, esnaf, halk, öğrenci, çalışan, işçi-memur-emekli rahatsız. Tarlasında çiftçi rahatsız. Hayvan üreticileri, besiciler rahatsız: Yemi, gübreyi, mazotu yüksek fiyatlarla satın alanlar rahatsız. / Canlı hayvan satan, pamuk bakliyat ihraç eden Türkiye, dışarıdan karkas et, pamuk, nohut, mercimek almak zorunda bırakıldı. “Yerli-milli üreticiler” değil ithalatla dış ülkelerin çiftçileri desteklendi. (2002’den bu yana buğday ithal ediliyor, üretim artırılmıyor, halkı kandırmak için-ithal ediyoruz ama makarna satıyoruz-ifadesini kullanıyorlar. Yılda yaklaşık on milyon ton buğday ithal ederken,1.364.000 ton makarna ihracı yapıldı, 967 milyon dolar gelir(?) elde edildi, nerdeyse zil takıp oynanacak. Hiçbir girdisi olmayan fındığın iki milyar dolar üstü ihracatı gündeme getirilmiyor bile.)

Sınav soruları çalınıyor, mülakatla yüksek puan alanlar eleniyor. Yılları ellerinden alınan gençler-insanlar mağdur ediliyor. Eğitimin-öğretimin, okulların, üniversitelerin sayıları artarken, kalite ve nitelikleri düşüyor. Okullarımız dünya ölçeğinin çok altında kaldığı gibi, ülkeler sıralamasında yerleri bile yok.

Hak, hukuk, adalet kalmadı. Yargı, yargıç, savcı kişiselleştirildi. Hukukun üstünlüğü yerle bir edildi. Bağımsız olması gereken mahkemeler, bağımlı duruma getirildi. Adi suçlar, fuhuş, madde bağımlılığı, cinayetler, kadın ölümleri ekonomik çöküntüye koşut olarak korkunç derecede artarken, büyük bir ahlaki erozyon yaşanmaya başladı. İnsanlar arası sevgi, saygı, can-mal güvenliği kalmadı, sokaklar savaş alanına döndü.

Gün geçmiyor ki bir kadın öldürülmesin? Gün geçmiyor ki “taciz” davasına haber yasağı gelmesin? Ve adliyeye intikal eden olayların failleri, gün geçmesin ki “adli kontrolle serbest” bırakılmasın? Bu tip uygulamalar ne devlete-devlet adalettir- ne yargıya, ne de yargıç ve savcılara güven bırakmadı. / Muhalefet, bu yaşanılanlardan çıkış için “bir umut yaratamadı”.

Deprem oldu. Devletin anlı-şanlı kuruluşları AFAD ve KIZILAY üçüncü günde ancak deprem alanına ulaşabildi. KIZILAY yüz altmış yıllık kuruluşumuzdur. Gönüllülük esasına dayanır. Aldığı yardımları ve ürettiği hizmetleri karşılık beklemeksizin yerine getirir. Oysa tarihinde ilk kez kar amacı güderek çadır sattı, kan sattı. Demokratik ülkelerde bu yanlışlıklar “hükümet götürürken” bizde aylar sonra başkan “görevden affını”(!) istedi. Muhalefet durumdan vazife çıkararak umut olamadı. Her türlü aksaklığa ve yanlışlığa karşın iktidar deprem bölgesinde “oy patlaması” yaşadı.

Siyasi ortamın bu denli verimliliği, yanlışlarla, başarısızlıklarla, beceriksizliklerle doluluğu “muhalefete” umut ışığını yaktıramıyorsa, geleceğe kucaklayıcı bir yön verdiremiyorsa, başarısızlık, beceriksizlik, yeteneksizlik ve düşüncede üretken olmayışları yüzünden acilen görevlerini bırakmalıdırlar.

Saman alevi gibi sıloganlarla olmaz bu iş. Atatürkçülüğü bugünün sorunlarına çözüm üretecek biçimde uyarlayamıyorlarsa, “oy alacağım” diye “sağa-sola” yalpa vuruyorlarsa, “geliyor gelmekte olan” gibi sudan ucuz” sözlerde “mucize aranıyor ve “başaracağım” deniyorsa, yönetime gelinemez, Türkiye sorunlarından kurtulamaz, “kemikleşmiş sorunları” çözülemez. Çözüm Atatürkçülükte ve ilkelerindedir.

Gazeteciler içeri atılırken, ekranlar karartılırken, muhalif televizyonlara ceza yağarken, seçim boyunca yapılan suçlamaların, atılan çamurların, konuşulan yalanların yanıtı verilmezken, halk ikna edilip inandırılmazken kazanmak nasıl olacak? Mevcut oyları da “çantada keklik” saymayın…

Sevgiyle, esenlikle kalınız…