Şimdi bir an kendinizi en huzurlu hissettiğiniz yerde; çocukluğunuzun ve gençliğinizin geçtiği köyde, yaylada, mahallede, Trabzon’un bozulmadan önceki sahilinde, Avni Aker’in tribününde düşünün! Daha olmadı, güzel bir havada Boztepe’den kendinizi Trabzon’u seyrederken veya Ganita’da güneşi batırırken düşünün! Hadi, gözlerinizi kapatın; derin bir nefes alıp verin ve kendinizi en huzurlu olduğunuz yerde düşünün! Trabzon’un renklerini düşünün. Yazarlarını, ressamlarını, sanatçılarını; kısacası kültür insanlarını düşünün!
Bugün ben Maçka’da bulunan Aşıklar Taşının üstünde oturmuş Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun babasının evine bakarak Trabzonlu ressamları düşünüyorum. Yapıtlarını gözümün önüne getiriyor ve kullandıkları renklerin içine rüzgarın hafif esintisiyle karışıyorum.
Trabzon coğrafyasının Çağdaş Türk Resim Sanatının oluşumunda bugüne kadar geçen sürede Trabzonlu sanatçıların sayısal ve nitelik olarak çok büyük değer kattıklarıyla gurur duyuyorum. Yöreselliğin evrenselliğe varacağını kabullenmiş Trabzonlu sanatçıların, yaşadıkları kültürel değerlerden ödün vermeden eserlerinden yerel motifleri ve temaları eksik etmeyişlerini görüyor, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun horon oynayanlar tablosunun içine giriyor ve ben de horona katılıyorum.
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun güneşli bir günü nasıl beklediğini arkadaşına anlatırken onu duyuyorum. “Göklerden silik para renginde bir gök! Günlerden sabahın beşinde başladığı için özlü bir sakız gibi uzayan ılık bir gün! Avcılar, ava çıkmak için nasıl diz boyu kar ve yelkenli gemiler kımıldanabilmek için nasıl hasretle dolgun bir rüzgar beklerse biz de güneşli günleri böyle bekleriz.”
Bedri Rahmi Eyüboğlu hep renk peşinde koştu. Onun anlayışıyla resim hiç bitmezdi. Çoğu zaman boya biterdi, fırça biterdi, sabır biterdi; tabi en kötüsü de ömür biterdi.
Aşıklar Taşının üstünde girdiğim zaman yolculuğunda Yusuf Katipoğlu’nun “Her resmim benim için taze bir nefes, ses, koku ve dokulu olmalıdır.” demesini işitiyor, tuvalin başında bir arkeoloğun hassasiyetiyle “Nasıl hazineye zarar vermeden çıkarırım!” çalışmasının tersi olan ‘nasıl hassasiyetle çalışarak bir hazine yaratırım’ın yolculuğuna çıkarken görüyorum. Renklere bakışını ve renklerle dans edercesine ahenkli fırça darbelerine şahit oluyorum. Kullandığı renk cümbüşünün içine katılıp renklerin içinde kaybolmak istiyorum. Resmi içerden dışarıya, yaradılışın oluşumu gibi, kozanın kelebeğe dönüşünü gösterir gibi sunarak yapışını izliyorum.
Zamanda yolculuk, bireysel anlatıma inanan sanatçı Burhan Uygur’un ona görünmeden onu seyretmemi sağlasa da düşüncelerini sesli anlatıma çevirmesinden beni hissettiğini anlıyorum. Konuşmasını duyuyorum. “Bir çöp tenekesinde bile kendimi görürüm. Resmin ışığı değil; uşağıyım, çömeziyim, hamalıyım.” Kendini sanki resme vakfetmiş gibi çalışıyor. Gökkuşağı gibi renkleri kullanımı düşsel ve şiirsel etki yaratırcasına fantastik bir dünyaya aitçesine imgelerle önündeki tuvalini donatıyor. Sanki “Bir akıma bağlı değilim; ben kendi akımımı yaratıyorum!” dercesine fırçasını tuvale sürüyor ve kendini başka bir dünyanın var oluşuna hazırlıyor.
Gezintiye çıktığım zaman yolculuğunda harika bir doğanın içindeyim. Atlar, horozlar, güvercinler, kedilerin oluşturduğu çiftlikte Aşık Veysel’in doğa için söylediği türküleri dinliyorum. Ancak yalnız değilim! Doğanın içinden seçtiği görüntüleri süzercesine alan kendi duygu ve düşüncelerini ekleyerek sanki bir bütüne varmak için yola çıkmış önündeki tuvale geçirmeye çalışan Orhan Peker’i görüyorum. Hummalı bir çalışmanın içine girmiş doğayı dinliyor ve gözlüyor.
İnsanları bir sözcükle çok özel hissettiren; asla cinsiyet, ırk, renk, dil, etnik köken, siyasi görüş olarak ayırt etmeyen, sosyal statü ayrımcılığı yapmayan, herkese sevgili gözüyle bakarak “Sevgilim!” diyen, renklere hayat ve çamura can veren Hamiye Çolakoğlu görüyorum. Elinde bulunan kil hamuruna duygularının ona verdiği ilhamla hayat vermeye çalışıyor. Aldığı ödüllerin karşısında hayretler içinde bakıyorum.
Zaman yolculuğunda esen sert rüzgarın etkisiyle geri dönüyorum. Güneş darılmış gibi ışığını büyük bir yumak şeklinde toplayarak gidiyor. Artık Aşıklar Taşında yalnızım. Hayal peşimi bırakmıyor. Son bir hayalle bu yazıma son vermek istiyorum. Trabzon Belediyesi “Renklerini koruyarak gelişen şehir!” diye slogan geliştirmiş. Ne güzel değil mi?
Türkiye’de, çağdaş resmin öncüleri olan bu sanatçıların şehrin her tarafında renklerinin olduğunu görüyorum. Türkiye ve dünya sanatına damga vurmuş bu ve daha sayamadığım yüzlerce sanatçılarımızın rengiyle döşenmiş ve isimleriyle bezenmiş olarak bu şehri görüyorum. Şehrin eskiden olduğu gibi kültür ve sanat şehrinin yeniden gerçek dirilişine şahit oluyorum. Çok mu hayale daldım?
Türkiye’de öncülük eden ve bu dünyadan göçen tüm sanatçılarımıza Allah'tan rahmet, yaşayanlarına ise sağlık ve mutluluklar diliyorum. Sizler benim övünç kaynağımsınız. İyi ki vardınız ve varsınız!
Turhan Eyüboğlu-Maçka
Kaynak: Kıyı dergisi 315 Ocak-Şubat-Mart sayı-say.6