Dünya üzerinde kendi değerlerini anlatamayan, güzelliklerini sergileyemeyen bir milletiz.
Milletimizin bu eksikliği yöremizde, Trabzon’umuzda doruklardadır. Bizi biz yapan özelliklerimizi, güzelliklerimizi öne çıkaramamak bize ekonomik olarak, kültür ve turizm alanında eksi puan olarak dönüyor.
Trabzon’un karayemişini, dağ çileğini, tamamen-doğal ortamda yetişen hurmasını, yaban elmasını, armudunu, kaç kişi biliyor? Dünyada- Japonya’dan sonra en güzeli yetişen ve şeker hastaları için en kaliteli ilaçların yapıldığı karayemişi yeterince tanıyor muyuz?
Beş on sene önceydi. Kadırga pazarında sepet sepet satılan karayemişten birkaç tane alarak Trabzon valisine ikram etmek istemiştim. Birden irkildi: Beni mi zehirleyeceksiniz, dedi. Halk uzun süre kahkaha attı. Yörenin yöneticileri önce yönettiği coğrafyayı iyice tanımalı. Aksi halde gülünç duruma düşersin, hem de yönettiği şehre ekonomik rant sağlayamazsın…
1960’ların sonlarıydı. Fransa’da görevlendirilecek öğretmenler için açılan sınavlara hazırlanıyordum. Güya lise yıllarımda Fransızcam iyiymiş! Çalıştıkça böyle olmadığını öğrenmeye başladım. Merak bu ya… Bıkmadan çalışıyordum. Bir Fransız turist bulmaya göreyim. Uzun süre konuşmaya çalışıyordum. Ta ki, adamı bıktırıncaya kadar. O yıllarda yolum Zigana Hamsiköy Lokantası’na düştü. Büyük bir şans: Lokanta Fransız turistlerle doluydu. İki kâse sütlaç yedikten sonra ayağa kalktım. Önce Fransızlara hoş geldiniz dedim.
-Bana göre-Fransızcam çok ilerlemişti ya! Bütün lokanta şaşkınlık içindeydi. Ben hiç istifimi bozmadan- yarım yamalak-Fransızcamla nutuk atıyordum.; Dünyanın en güzel, en doğal çiçekleriyle beslenen ineklerin bu güzel sütleriyle dünyanın en güzel sütlaçları üretiliyor burada… Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle doğal ve böyle güzel tatlı, Zigana Sütlacı bulamazsınız. Bir alkış tufanı koptu. Artık ok yaydan çıkmıştı. Yarım Fransızcamla habire nutuk atıyordum. Sesim gür ve etkileyiciydi. Eğer burada birkaç porsiyon sütlaç yemeden giderseniz emin olunuz bu güzel Türkiye geziniz size hiçbir şey kazandırmamış olacak… Bilmem daha neler. “Bu deli nereden düştü” diye düşünenler de vardı. Ama fiziğim, dış görünüşüm deliye de pek benzemiyordu. Derken lokantada bir çalkalanma oldu. Aslında yemek konusunda çok cimri olan Fransızlar birer ikişer sütlaç yemeye başladılar. Patron zevkten dört köşe idi.
Hesap ödemeye kalkan Fransızlar önce benim masama uğruyorlar, teşekkürlerini sunuyorlar, sonra da yemek ücretlerini ödüyorlar. İçlerinde “Kut, kut” diyenler de vardı. Almanca ’da iyi, çok iyi anlamındaymış. Biraz sonra büyük patron masamıza geldi. Teşekkürlerini sundu. Tüm ısrarlarımıza karşın bizim masadan hesap almadı. Yıllar sonra adı geçen patronla karşılaştığımızda o olayı anlatır, teşekkürlerini tekrar ederdi.
Bu olayı anlatmamın nedeni birilerinden “aferin” beklemek değildir. Biz millet olarak artılarımızı öne çıkarmasını bilmiyoruz. Sonra da hayıflanıp duruyoruz. Esas mesele bu…