TRABZONSPOR VE BARACK OBAMA!
Tarih içinde oluşmuş oyun hafızasının lanetli hafıza silicileri kim?
Nasıl olur da koca bir şehir, devasa bir takım, gecikilmiş bir ziyafetten dönen ve bir saniye sonra o ziyafetin tüm tadlarını unutan bir alzheimer hastası gibi hafıza kaybına uğrar?
Bir parça sosyoloji ve ağırlıklı antropoloji ve psikolojinin yardımıyla belki bu yaşamsal sorunun nesnel, tatminkar yanıtlarına ulaşmak mümkün olabilir.
Ama eğer bu soruyu biraz yüzeysel bir yaklaşımla sportif anlamda ve futbolun içinde kalarak yanıtlamaya çalışırsak, karşımıza hiç kuşkunuz olmasın, korkunç bir futbolcu topluluğu profili çıkar. Yeteneksiz teknik adamların tedrisatından geçmiş, dolayısıyla yetersiz oyuncu topluluğu, aynı zamanda iyi ve güzel oyunun hafıza silicileridir.
Oyuncuları bir günah keçisi gibi seçip, yargısız infaza tabi tuttuğum düşünülmesin; sistemin, ekolün ve bu iki kavramı içeren koruyucu şemsiye olarak yerleşik futbol kültürünün düzeysizliği, sonuç itibariyle bu atmosferde sorunun muhatap ve sorumlusu olarak, bizi oyunculara taşır.
Bu ülkede, kelimenin tam anlamıyla, bir oyuncu imparatorluğu var.
Aktif oyunculuk sürecini dolduran her oyuncu çok ciddi bir eğitimden ve doyurucu bir teknik direktörlük deneyiminden geçmeden soluğu bir takımın başında alır.
Oyuncu olarak yetenekleri ne olursa olsun, futbolculuk döneminde yeteneklerini bir mevkiye göre şekillendirdiği için dar bir bakış açısına ve sınırlı bir deneyime sahiptir.
Oyun içinde sağında ve solundaki iki oyuncu, hadi bir adım daha ileri gidelim, arkada ve öndeki birkaç oyuncuyla kollektif bir ilişki kurmak ve bunu yönetmek kısmen mümkün.
Ama 90 dakikalık bir maçın bütün aksiyonlarını, elinin altındaki 11 kişinin kollektivizmini, belli bir plan ve strateji dahilinde rakip 11 kişiye karşı yapılandırıp yönetmek hiç de kolay bir iş değil.
Trabzonspor-Kayserispor maçını izlerken, beynimin içini bir kurt gibi kemiren ve maç ilerledikçe beni ciddi bir biçimde rahatsız eden sorunun kaynağı bir parça yukarıda özetlediğim konulardı.
Maç o gün okey masasından kalkıp, halı sahaya giden mahalle esnafının emeklilik rehavetini andıran bir gevşeklik, disiplinsizlik, başıboşluk ve o oranda özgür bir keyfiyet içinde başladı.
Oynanan oyun iki profesyonel takımın oyunu değil de iki mahallenin saf sokak futboluydu sanki. Birbirinin ikinci hareketini tahmin etmeyen, her aksiyonun o an doğaçlama olarak tasavvur edildiği, futbol oyun bilgisinden, futbol oyun disiplininden, oyunun doğal taleplerinden çok uzak, oyuncularının kendi arzularını tatmin etmeye çalıştıkları, baklavasına oynan bir emeklilik maçıydı.
Maç öncesi iki teknik adam da bu maça çok iyi hazırlandıklarını söylediler. İster istemez insan merak ediyor; hem Hami Mandıralı hem de Tolunay Kafkas acaba neyin hazırlığını yaptılar? Eğer onların söylemine itibar edersek, ikisi de maç öncesi takımlarını çok iyi hazırladıklarına göre, bu çok iyi hazırlanmış ürünü biz neden göremedik? Söylemeye dilim varmıyor ama; acaba bu değerli iki teknik adamı oyuncuları mı sabote ediyor?
Ya da bizim bilmediğimiz, bizden gizlenmiş sebepten ötürü oyuncular teknik direktörlerine karşı kazan mı kaldırıyorlar? Yoksa son dönemlerin moda deyimiyle; işin içinde paralel bir örgüt mü var?
Trabzonspor’un iki gol atma becerisi göstermesi kimseyi aldatmasın.
Çünkü ne goller ne de gol öncesi enstantaneler tekrarlanabilir, standart haline getirilebilir nitelikte değillerdi; oyunun Allah rızası için Trabzonspor’a armağan ettiği, gülümsetici kır çiçekleri gibiydiler. Bilirsiniz, kır çiçekleri kırda bir Allah’ın kulunun yardımı olmaksızın, kendiliğinden açıverirler.
Aslında bu maçı duygusuyla, düşüncesiyle, halet-i ruhiyesiyle en iyi temsil eden, açıklayan, izah eden aksiyon 78. dakikada Zeki Yavru’nun frikiğinin Marco Marin’in kafasından sekerek, ilahi bir güçle, süzüle süzüle, çayını kahvesini içe içe ağlara gitmesiydi.
Eğer futbol buysa ben de ABD başkanı Barack Obama’yım.