Herkes rahatsız, herkes huzursuz ve öfkeli. Herkes altı yaşındaki bir çocuğun evlendirilmesinden, “oyun oynayalım” denilerek tecavüz edilmesinden tiksiniyor, iğreniyor, sebep olanlardan ve yapanlardan nefret ediyor, kınıyor, sözüm ona içine sindiremiyor. Fakat o “herkes”, duyguda, düşüncede kalıyor, hiçbir şey yapmıyor. Yasalar çıkartmıyor, özel kolluk kuvvetleri, özel mahkemeler kurmuyor, özel yargıçlar yetiştirmiyor. / Çünkü “kimse çocuklara tecavüz” olayını “sorun” olarak görmüyor, çözmek için de parmağını oynatmıyor. O herkes, “oy”unun gücüne göre uyarmıyor, hesap sormuyor.
Etkili ve yetkili olup da “üzüldüğünü, acı çektiğini, utandığını” söyleyenler, “yalan” konuşuyorlar. Üzülen, acı çeken, insanlığından utananlar gereğini yaparlar. İçtenlikli olsalar yasa çalışmalarını hızlandırır, “koruyucu, sahip çıkıcı sözleşmeleri” yürürlükten kaldırmaz, her türlü önlemi alarak cezai müeyyideleri uygularlardı. Yargıyı çalıştırmıyorlarsa, asıl onlar da “sorun var” demektir.
Daha çocuk olmadan genç kız olanlar, genç kız olmadan Sezai Karakoç’un dediği gibi “yontup yontup anne” yapılanlar, hayatları zindana çevrilenler, babalarının, dedelerinin ve vasilerinin kurbanlarıdır. Çekilen işkencelerin, yapılan darpların, aşağılama ve hakaretlerin, uygulanan şiddetlerin yegane sorumlusu “evlendirme” yetkisini elinde bulunduranlarda, zinayı “suç olmaktan” çıkaranlardadır ki, onların bu dünyada yatacak yerleri yoktur.
Çocuklara “çocukluklarını yaşatmayanlara” “insan demeye dilim varmıyor. Hiçbir hayvanın yavrusuna yapmadığını, insan, yavrusuna yapıyor. Bu olayı vasıflandıracak sözcük bulup yazamıyorum. Zina suç olmaktan çıkarıldığından buyana çocuk yaşta imam nikahı ile dört beş kez evlendirilen, sonra çocuklarını bırakıp başka kocaya kaçan çocuk anne ve babaların sayıları o kadar çok ki! Zinanın suç sayılmayışı ve imam nikahı ile işin bitirilişi, ailenin temeline konulan dinamitlerdir.
Namusu, ahlakı “kız çocuklarına” yükleyen anlayış, erkeğin yaptığı yanlışlıkların hesabını da, utanmadan, sıkılmadan, hiçbir sorumluk duymadan (koskocaman yargıç), kız çocuklarına yüklüyor ve “gülüşünü” “kendi isteği ile oldu” diyerek uğradığı tecavüzden açılan davayı “beraatla” sonuçlandırıyor. Üstelik bu yargıç, “hukukun dediğini yapan namuslu, vicdanlı ve adil” insan (?) olarak değerlendiriliyor. Ah benim(!) anlı-şanlı yargıcım, “sen nerenden gıdıklanıp gülersin? Ayağından mı, koltuk altından mı, yoksa başka bir yerinden mi?” İnanıyorum ki yanıtını veremezsin? Ama “çocuğun gülmesini” “kendi isteği olarak yorumlarsın. Hiç sinirinden, öfkenden, kızgınlığından, çaresizliğinden güldüğün oldu mu yargıcım? Üstelik bu çocuk; neyin ne olduğunu bilmeyen bir yavru… Yazıklar olsun.
“İstanbul Sözleşmesi” bir ulusal bilinç, bir evrensel sorumluluktu. Dili, dini, mezhebi, etnik kimliği ne olursa olsun, tüm kadın hakları ve insan hakları yasal güvence altına alınmıştı. Bu sorumluluktan kaçanlar, “kadın hak ve özgürlüklerine” katlanamadıkları için “birtakım bahanelere” sığınarak, “kadını insan yerine koymayan, kadını insan saymayan ve kadının köleliğini (cariyeliğini) isteyen” anlayışı egemen kıldılar. Gün geçmesin ki, kadınlar eski kocaları ve sevgilileri tarafından öldürülmesin, kızların, çocukların ırzına geçilmesin, hakları yenmesin, özgürlükleri ellerinden alınmasın. Ondan sonra da vicdandan söz edilsin. Olacak iş mi?
Sizler nasıl anne ve babalarsınız? Çocuklarınızın yüzüne nasıl bakıyorsunuz? Altı yaşındaki bir çocuk üzerinden tüm bunlar yaşanırken çocuklarınız size ayna olmuyor mu? Onların hakkı, hukuku olduğunu kabul edip nasıl korunacağı konusunda bir fikriniz var mı? Yasaları, yargı mensuplarını, güvenlik güçlerini, anneyi babayı, anne ve baba olmayı çocuklarınıza nasıl anlatıp öğretiyorsunuz? Cidden merak ediyorum. Her işte olduğu gibi bu işi de koruma, güvenlikli yaşama, eğitme-öğretme-yetiştirme, Allah’a mı havale ettiniz?
Yaşama sevinci duymayan bir çocuk, bir genç kız, bir anne adayı hayata hangi gözle bakacak, hangi yürekle başlayacak? Hele yaralı, sorunlarıyla çökertilmiş, geleceği çalınmış, elinden alınmış, insan yerine konulmamış, doğru ya da yanlış, düşüncesi sorulup öğrenilmemiş bir insan hayattan ne bekleyecek, ne umacak, ne dileyecek? Çocuklarını nasıl, hangi insani erdemlerle yetiştirecek, kendisine öğretilmeyen ya da çürütülen hangi ahlaki kuralları belletecek? En önemli ve değerlisiyse, hayatını zindana çeviren “babasını” mı örnek olarak gösterecek, “al sana tecavüzcü model tip” mi diyecek hayatı soldurulan bu çiçekler?
Çocukların gözyaşlarının sizce hiç mi anlamı yok? Oysa geleceği kuracak, yaratacak olan çocuklardır. Ağlatılan, umutları, hayalleri, beklentileri yok edilen çocuklar nasıl bir gelecek kurabilirler; hiç düşündünüz mü? İletişimin bu denli gelişmişliği içerisinde çocuklardan neyi, nasıl gizleyip saklayabilirsiniz? Bugünün ağlayan çocukları, yarın da ağlatacak, üzecek, mutsuz bir dünya kuracaklardır. Savaşlardan, ölümlerden, hastalıklardan kurtulalım derken, barışın, kardeşliğin, sevginin çiçekleri çocuklar, yaşamları yok edilirlerken, nasıl güzel bir gelecek yaratabilirler? Dünyası kinle, nefretle, düşmanlıkla, kötülük ve ahlaksızlıklarla doldurulan çocuklar gelecekte huzurlu, mutlu ve barış dolu bir yaşam yaratabilirler mi?
Her yıl öldürülen, ırzına geçilen kadınlar, kirletilip hayatları karartılan, babaları, dedeleri, vasileri tarafından evlendirilen çocuklar, çağdaş eğitimden yoksun bırakılarak şeyhlerin emrine verilen çocuklar, “türban” kadar değer taşımıyor mu? Bu yaşanılanlar “sorun” değil mi? Sıkışılan her yerde “akil insanlar” bulunurken, kadınların, kızların, çocukların sorunlarını çözecek bilim insanları, hukukçular, sosyologlar, araştırmacılar yok mu? / Böyle bir sorun kabul görseydi İstanbul Sözleşmesi kaldırılır mıydı? (Afganistan, kızlarının okuma haklarını gasp etti.)
NOT: “Raif Özben” yazısında Gülten Akın’dan yaptığım alıntı “Ay bacadan söktü nazlım uyanmaz mısın” değil, “Ay bacadan aştı uyumaz mısın” biçiminde olacaktır. Özür dilerim.
Sevgiyle, esenlikle kalınız.