“Büyümek, yalnız tutunanlara gerekli.”
Oğuz Atay, Tutunamayanlar
Çocukluğumdan beri, “Beyoğlu, kimin oğlu?” sorusuyla hiç yüzleşmedim. Sadece yürüdüm, aklım bir karış havada sadece yürüdüm. Ayaklarım beni her zaman Faik Paşa Caddesi’ne getirmişti. Beyoğlu'nda en sevdiğim cadde neden her zaman Faik Paşa Caddesi olmuştu? Yıllarca caddenin duvarlarına, kapılarına, pencerelerinin pervazlarına ve kepenklerine tutuna tutuna yürüdüm durdum. Böylece çirkinlik adına gördüğüm ve katlandığım ne varsa Faik Paşa’ya girer girmez unuttum.
Oğuz Atay, Çukurcuma’ya doğru inerken Galatasaray’a dönmeden sağdaki ilk apartmanda Tutunamayanlar’ı yazmıştı. Bunu bilmeden yıllarca inip çıktım o yokuştan. Önce, Boğazkesen’de soluklanıp fırından yeni çıkmış simit kokularıyla ayıldım, boğazımda bıraktığı kuruluğa rağmen sıcacık bir çatal aldım. Beyoğlu benimdi, kimin oğlu olduğu umurumda bile değildi. Tomtom Mahallesi’nde İtalya’da, Faik Paşa Caddesi’nde Marsilya’da olabiliyorum.
Tutunmak buysa kendimdeydim, düşlediğim yerdeydim. Yeni olan hiçbir şey bana ve şimdiki zamana ait değildi. Duvarların ve mekânların çok ötesinde bir yolculuktu benim bu şehirle yaşadığım. Duvardaki resim olmayı ve resmi seçmeyi düşünmeden Karaköy’e doğru salınıyordum. Ne resim galerilerine girip bakınıyordum ne sokaklarda fotoğraf çekiyordum. Görüntülerin gezindiği hayaletlerdi sokaklar, odamın duvarlarında hiç fotoğraf olmadı. Onların birer veda olduğunu biliyor muydum?
Bir akşamüstüydü, Kamondo Merdivenleri’ne oturmuş yaşlı bir çift gördüm. Arkalarını merdivene vermişlerdi, bense merdivenlerin başında öylece dikilip onları izledim. Ne Kamondo Merdivenleri’nin farkındaydılar ne de benim. Bankalar Caddesi’nden Şişhane’ye doğru birbirlerine tutuna tutuna devam ettiler. O yaşlı çift, Kamondo Merdivenleri gibiydi, iyice yorulmuş kollarını birbirlerine dolayan iki yaşlı beden, zamana tutuna tutuna yokuşu çıktılar. Onlara ne kadar tutundum bilmiyorum. Şişhane’ye yağmur yağıyordu. Galata’ya doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım, yağmur yerini toprak kokusuna bırakır diye umutlanıyordum…
Şimdi Trabzon’dayım, bugüne kalan son eski mahallenin birinde, gri duvarlara bakıyorum. Gökyüzünü görebilen bir aralıktan, kararmış gökyüzüne ve zamana anlam vermeye çalışıyorum. Eskil bir düşten kalan zamansızlık... Bahçe, duvar, sokak ve arnavutkaldırımlarıyla örülmüş bir zamandan, kulakları sağır eden araç egzozlarına, penceremin önünden geçip duran ve bangır bangır çalan o küstah müzikleri duymazdan gelip Jordi Savall’ın melodilerine kendimi bırakıyorum. Dünyanın Bütün Sabahları, diyorum; tutunmak için daha iyisi olmaz.
“Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım.”
Oğuz Atay, Tutunamayanlar
Bir duvar, bir resim ve bir müzik ölçeğinde yaşlanan sadece ben değilim. Şehir de yaş alıyor çocukluğum da… Şehrin tepelerine kazıklar çakılmış, otobanların gölgesinde bir yaşam için son hazırlıklar yapılıyor. Bağlantı yolları, viyadükler ve kavşaklar hazır, peki ya biz? Ihlamur kokan ikindi üstlerinden benzin ve mazot kokulu bir geleceğe doğru hızla gidiyor şehir. Ben yan duvarları kafama takarken, duvarları üzerimize giydirdiler; bu kıyafet bize de şehrimize de hiç yakışmadı. Kentimizi artık işe yaramayan bir eşya gibi kaldırıp attılar. Kendimizi kim gibi hissedeceğiz?
“Turgut apartmanların arka cephelerine baktıkça yapıların neden iki cepheli olduğunu; neden duvara dayanılan kanepelerin arkasında kötü kumaş kullanmak gibi bu ‘modern’ apartmanlarında arka cephelerinin yüzsüz birer insan gibi anlamsız olduklarını ve üstlerine neden her zaman sarı badana vurulduğunu düşündü. ‘Bitişik düzen’ denen anlaşılmaz sistem, öteki iki cepheyi sadece ‘yan cephe’ adı verilen ve görünmeyen bir varlıktan, bir deyimden ibaret bırakmıştı… İnsan bunları neden görür? Daha doğrusu neden bunlara takılır aklı? Basit: Demek yürümeyen bir şeyler var. Evet, yürümeyen şey nerede? Eşyada mı? Yoksa…”
Oğuz Atay, Tutunamayanlar
Arkamdan bir ses, “Dünyanın bütün sabahları dönüşsüzdür,” diyor. Yan duvarlara tutuna tutuna gelecek denilen muammayı bekliyoruz. Ne Faik Paşa Caddesi geliyor akıllara ne Kamondo Merdivenleri… Estetikten yoksun, resimsiz ve şiirsiz, dönüşü olmayan sabahlar gibi, doğanın küstüğü bir şehirde rüyaya dalıyoruz.
Bir kış daha bitti ama kuzeyden esen rüzgârın serinliği kollarımızı ve göğsümüzü sarıp sarmalıyor. Battaniyelere sıkı sıkı sarılıyoruz. Bir çeşit ruh üşümesi içinde, yeni bir kışa ve yeni bir yıla hazırlanıyoruz. Günler uzamış, geceler kısalmış. Televizyon yine erkenden karıncalanmış. Babalar, çatıdaki bozuk antenle uğraşmaktan vazgeçmiş, anneler gelecek kış için eski kazakları söküp battaniye örmeye başlamış. Gözlerimizi şehrin sabahına açıncaya kadar, rüyalarımızda Albinoni’den Adagio çalıyor. Devletin resmi televizyonu her arıza yaptığında neden bu müziği çalıyor. Bizi böyle inceltilmiş bir ruh haliyle uyutup uyandırmaya ne hakları var?