Çok yakınında olmana rağmen uzaktaymış gibi bakar kalırsın al bayrağa sarılmış tabuta!
'Sağa sola dön! Şehit al!' diye gür bir ses çıkar gözlerinin daldığı o uzak yolda. Bir an irkilirsin; artık düşündüğün her neyse çıkarsın o durumdan ve askerlerin ahenkli davranışına kilitlenirsin! Sen artık onların hareketleri karşısında hipnotizma olmuşçasına akan bir şelalenin seni götüreceği yere doğru akarsın!
Askerler, omuzlarında hiç yük yokmuşçasına hareket ederler attıkları kısa sert adımlarla! Onların ne düşündüklerini kimse bilmez, bilemez! Onlar artık ok yaydan çıkmışçasına görevlerini tamamlamaya doğru akarlar hayat suyunun içinden! Hepsi şehidin yerine koyar kendini! Şehidin annesi, babası, kardeşi artık onların annesi, babası ve kardeşidir!
Bilir misiniz o al bayrağa sarılmış evladın tabutunu taşıyan asker arkadaşları, omuzlarından bırakırken tabutu musalla taşına, tabutu tutan elleri bir anda tabutu bırakmaz olur? O zamana kadar gözyaşına hakim olan arkadaşları artık gözyaşlarının akmasına hakim olamaz! Orada arkadaşlarının yanında gözyaşlarını da bırakırlar. Bu acı karşısında kimse dayanamaz!
“Gözümün nuru nasıl kıydılar sana?” diye ağlayan bir anne görürsün törenin önünde! Arkadaşları zamanın içinde kaybolmuş; onunla oldukları anıları düşünürler kimsenin birbirinden haberi olmadan! Anne artık sendelemeye başlamıştır canından can gidince! Ancak yine de oturmaz! “Oğlum rahat değil; ben niye rahat olayım?” diye.
Anne “Kalbimi söktüler yerinden!” diye haykırışlarına devam eder. İçi yanmış; öyle bir yangın ki kalpte başlamış boğazda düğümlenen bir acıya çoktan dönüşmüştür! Artık acı dayanılmaz bir hal almıştır! Nefes alamaz duruma gelmiş olsa da akan gözyaşları bu alevi, bu acıyı söndüremez!
Tören ilerledikçe yavaş yavaş yorgun ayaklar anneyi taşıyamaz ve yere yığılır. Nasıl yığılmasın ki... O anne, oğlunun haberini alalı yirmi dört saat olduğu halde acısını bedeninden çıkardığı için tek bir yudum su dahi içmemiştir! Bedenin acı çekmesi, anne ruhunun ateşler içinde yanmasının karşısında nedir ki...
Artık evladının kokusunu, evinde kullandığı giysisinde arayacaktır! Montu kapının arkasında küçükken saklandığı yerde asılı duracak, yattığı yatağa yatıp oğlunun başını koyduğu yastığa sarılıp ciğerlerinin en uç noktasına kadar kokusunu alabilmek için uzun uzun nefesi içine çekecek!
Aylar geçse de ev halkından kimse anneye “Yatağı kaldıralım!” diyemeyecek!
Zavallı baba acısını hep gizli saklı yaşayacak “Eşim görüp de üzülmesin!” diye! Evde bir hayalet gibi gezecek; herkes yattığında düğümlenen boğazını, daralan nefesini oğlunu hayal ederek gidermeye çalışacak! Hep aklına son konuşmaları gelecek; avuçlarını sıkacak ve için için ağlayarak gözyaşını içine dökecek!
“Sağa sola dön! Şehit al!” diye bir sesle tekrar irkilirsin törenin bitiminde. Birden daldığın hayallerden çıkarsın kortejin arkasında yürümek için! İşte, tam o sırada anne tabutu açıp görmek ister oğlunu! Askerin gözünde yaş daha kurumamış, anneye bakar! Gözü yaşlı anne askere:
“Sen de Mehmet değil misin? Neden yüzünü göstermiyorsunuz bana?” Askerin artık gözyaşını tutacak ne takati ne de imkanı kalmıştır!
“Anacığım bakma, dayanamazsın!” der ellerini tutarak. İşte o an, anne oğlunun yerine askeri koyarak ona sarılır, koklar, öper öper; ama doyamaz oğluna! Baba ise:
“Vatan sağ olsun; milletimiz var olsun!” diye cevap verir herkese.
Hikmet Erdem Sakanoğlu’nun dediği gibi:
“Bize öğretilen de genetik hafızamızda yer alan da budur. Bu aziz milleti anlamak, yalnızca fizik ile olanaklı değildir; metafizik de bilmeyi gerektirir. Binlerce yıl, böyle geldik, böyle gideceğiz! Bizim yaradılışımız bu! Doğamız bu! Tarih de biziz, zaman da biz!”
Mekanın cennet olsun şehidimiz!