1990 yılının pırıl pırıl bir ilkyazıydı… ortalık bir telgrafla aniden karışıverdi. Genç bir teğmen, Askeri birlikleri şortla teftiş etmekten özel bir haz alan, kendisine itiraz edenleri “Alışırsınız” diye uyaran Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a bir telgraf çekmiş, özetle “ Sizin Cumhurbaşkanlığınıza ALIŞAMADIM” deme gafletinde bulunmuştu.
Kabul etmek gerekir ki, böyle bir ifade biçimi de toplumun “alışık” olduğu türden değildi. Çünkü böyle durumlarda “alışamayanlar” genel olarak özel içki masalarında buluşur, orada içlerinden geçeni ortaya döker, veryansın ederler… ertesi gün de hiçbir şey olmamışçasına gündelik işlerinin başına dönerlerdi. Böyle yapılmayıp da postaneden telgraf çekmek neyin nesi oluyordu?
Nitekim yetkili ve görgülü merciler duruma el koydu, bu da doğaldı. Teğmen Şeref Murat Baba üstlerinin “inkar et” uyarılarına karşın eyleminde ki ısrarı sürdürünce, Üstleri bu gencin herhalde aklından zoru var diye düşünmüş olmalılar ki; birliğinden apar topar alınarak Haydarpaşa Askeri Hastanesinin Ruh ve Sinir Hastalıkları Tecrit Bölümüne yatırıldı. Ailesi ile dahi görüşmesi engellenen Teğmen kabus yoğun günlerin ardından GATA’da gözlem altında tutulmuş, daha sonrada emekliye sevk edilmişti.
Bu da ülkemizde olup bitenlere bakılınca son derece “makul” görünüyordu! Makul, yani akla uygundu! Çünkü, bizim memlekette, içinden böyle düşünceler geçirenler, bunu dışa vurmazlar, vuramazlar. Konuşmazlar, kimseye bir şey söylemezler. İçlerindeki yangını ancak yakın çevreleri ve eş dostlarıyla paylaşabilirler, bu da orada kalır.
Böylesi hassas konularda, bizde en geçerli deyim “şimdi yeri ve zamanı değil” deyimidir. Aslında her kes bal gibi her şeyi bilmektedir ama, ne yapsın ki “şimdi sırası değildir”. Bilinen doğrular elbette “vakti zamanı geldiğinde” söylenip gereği yapılacaktır. Onun için de toplumda doğrulardan çok yalanlar kol gezmektedir, ya da umarsız susulmaktadır. Kimi zaman suskunluğun da bir yanlışı onaylamakla eş anlamlı olabileceği akla getirilmemektedir. Bu nedenledir ki halen bu coğrafyada “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” yalanı hayasızca hükmünü sürdürür!
Doğru sözleri söyleme hakkı, toplumumuzda salt çocuklara, zihinsel engellilere bir de yazılı olmayan özel bir yasayla meczuplara tanınmıştır. Çocuklar ve zihinsel engelliler, doğrudan söyleyebilir, meczuplar ise gerektiğinde şiddete başvurabilirler! Bu yüzden de başlarına gelebilecek belalardan muaf-bağışık sayılırlar.
Sosyolojik olarak çocuklar saf ve temizlikleri nedeniyle, henüz yalanın sırrına ulaşamadıklarından! Doğru bildiklerini söylemekten asla yüksünmezler. Daha “neyi söylemenin, neyi saklamanın duruma uyumunu” kavramamışlardır Bu nedenle kusurlarına bakılmaz, (bazı otoriteler 9-14 yaş aralığını ergenliğe yorsa da) onlar daha çocukturlar. Zihinsel engelli ve meczuplara gelince “delidir ne derse yeridir” der toplumca geçiştiririz..
Doğruya doğru diyemeyen bir toplum, içine düştüğü eziklikten kurtulmak için “doğru söyleyene deli yaftası takarak” kendi sorumluluğundan sıyrılma yolunu seçmiştir. Eh, Doğru Söyleyeni Dokuz Köyden Kovarlar diyen atasözünü toplumsal bir gerçeklik olarak yaşatan toplumda da “illa doğruyu söyleyeceğim” diye ısrarla “Onuncu köyü” arayanların deli olduğunu kabul etmekten başka çıkar yol kalır mı?
Yok hayır diyorsan, egemen ideoloji “alıştırır!”
İnsanlar ve toplumlar yavaş yavaş, usul usul, yoluyla yordamıyla alıştırılır!
Alışamadım dersin ama birde bakarsın ki, çevren, bütün olup bitenlere alışmış insanlarla kuşatılmış. Şaşırırsın.
Kimisi hemen alışır. Olan biteni şıp diye kavrar da alışır. Ballı kaymak burada der de alışır. Alemin enayisi ben miyim der de alışır. Makarna- yağ kapar, alışır.
Egemen ideoloji alıştırır…
Televizyonla alıştırır, radyoyla alıştırır, basınla alıştırır, çevresinde dağıttığı çıkarlarla alıştırır, iş vererek-para vererek alıştırır.
Kimisi geç alışır. “Nedir yahu bu olup bitenler, dur bakalım” diye çıkarsamada bulunur. Ardından haşlak sudaki kurbağa misali yavaş yavaş alışır.
Egemen ideoloji alıştırır…
Düşünceyi yasaklar, alıştırır. Konuşmayı yasaklar, alıştırır. Toplanmayı yasaklar, alıştırır. Örgütlenmeyi yasaklar, alıştırır.
Düşünce ama bakalım hangi düşünce? Der, alıştırır. Konuşuyor ama neden konuşuyor der, alıştırır. Zeytin ağaçlarını umursamaz da zeytin dalı uzatır, alıştırır…
Ve insanlar alışır.
Doğanın en gelişmiş canlısı İNSAN, her kötülüğe alışır, kanıksar, tepki vermez, dahası yavaş yavaş doğru bulmaya bile başlar.
Alışkanlık, anahtarı kaybolmuş bir kelepçe gibidir!.. kollarınızı sakının dostlarım.