İhanetten söz ederken Attila İlhan, “En az % 15” diyordu. Aziz Nesin, “% 92 diyecektim, utandım ve % 60 dedim” diyordu. (% 92, 12 Eylül Anayasası’na oy verenler) % 80’ini değiştirenler, hala beğenmiyor, yeni bir Anayasa peşinde koşuyorlar. Kafalarında anayasaya uyacak disiplinleri yok. Yazsalar da uymazlar. “Onlar, Nas deyip de, Nas’a inanmayanlar değil mi?”

Atatürk, “Kendi dili ile düşünmeyen, okuyup öğrenmeyen, kendi dili ile eğitim almayan bir ulus bağımsız olamaz; hiçbir ulus, dilindeki yabancı kültürlerin etkisini önlemeden kendini bulamaz; dilden ödün verenler, ulusal savunma silahlarından birini elinden bırakmış, güçsüz düşmüş, birliğini yitirmiş demektir.” diyor.

Atatürk ve cumhuriyet düşmanları “Filistin’deki katliamı” bahane ederek CUMHURİYET KUTLAMALARINI es geçtiler. Bu milletin antiemperyalist, bağımsızlık ve özgürlük savaşı sonrası kurduğu CUMHURİYET’İN 100. YILI coşkusunu, mutluluğunu, birlikteliğini ve CUMHURİYET DİRENCİNİ CUMHURA yaşatmadılar. Cumhur elinden geleni yapmaya çalıştı. Devlet kendini dışladı. Oysa Filistin yüzyıl önce Türklerin, Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığını yapmaya çalışıyor, ama anlamıyorlar.

Atatürk “Ne mutlu Türk’üm diyene” dedi, “Ne mutlu Türk olana” demedi. Düşmanları, karşıtları, “ne mutlu Türk olana” demiş gibi saldırıyor, “Türk asıllı Alman, Türk asıllı Amerikalı, Çin asıllı Japon…” olunurken, “Yunan asıllı Türk, Ermeni asıllı Türk, Kürt asıllı Türk…” neden olunmuyor? İşte Atatürk onlara ve herkese “Türk vatandaşı” olmanın gururunu ve onurunu yaşattı.

İngilizceyi, Fıransızcayı, Almancayı, Arapçayı, Farsçayı, Osmanlıcayı öğrenebilirlikleri “takdir” görürken, söz konusu Türkçe olduğunda “ciyak ciyak” bağırıyorlar. Neden? Bir topluluğu “millet-ulus” yapan en güçlü bağ “dildir.” Tüm kutsal değerler, dil olmadan öğrenilmez, belleklere kazılmaz. Vatanın, milletin bir anlamı varsa, ezanın, Kuran’ın bir anlamı varsa, bayrağın, bağımsızlığın, özgürlüğün bir anlamı varsa, mutluluğun ve insanca yaşamanın bir anlamı varsa, bir çocuk annesini, bir anne çocuğunu seviyor ve bağrına basıyorsa dil sayesindedir. “Dil, güzelliklerin bayrağıdır.”

Atatürk’ün, Cumhuriyetin ve devrimlerin düşmanları, “Bir gecede dilsiz ve dinsiz bırakıldık” diyorlar. Dil ya da din sanki, “sırtta taşınan bir küfe imiş” gibi değerlendiriliyor. Sepeti bırakır gibi “dil bırakıyorlar, din bırakıyorlar.” Aslında % 2,5 olan okuryazarlık sürsün, cehalet diz boyu kalsın, tekkeler, tarikatlar ve zaviyeler aracılığı ile halk “sürü” gibi yönlendirilsin istiyorlar. Oysa Türkler ilk kez ALFABE değiştirmiyorlardı:

Göktürk Alfabesinden Uygur Alfabesine, Orta Asya Türk devletlerinden bazıları hala Kiril Alfabesi kullanıyor, ne dilleri değişti, ne de dinleri. Arap Alfabesini terk edip Latin Alfabesine geçince-hem de bir gecede-nasıl oluyor da hem dil, hem de din değişebiliyor? Alfabe arayışının elli yıla yakın bir tarihi var. Aslında Mustafa Kemal’e vurmak ve onu “düşmanlaştırmak” için böyle bir ucube yolu seçiyorlar. Demek ki bu kadar kolay değiştiğine göre onların “dillerinin de, dinlerinin de kökleri yokmuş.”

Fatih, “adına Latince madalyonlar” yaptırdı, dilini, dinini mi yitirdi?

Alfabe “dil de değildir, din de değildir.” Diğer diller gibi Arapçanın hiçbir kutsaliyeti yoktur. Alfabe “salt sesleri” yazı diline geçirirken kullanılan simgelerdir. Dilin yazılı anlatımında kullanılan araçtır. Alfabelerin en büyük özelliği seslerin en uygun biçimde anlatımının sağlanmasıdır. Latin Alfabesi, Arap Alfabesinden daha çok Türkçeye uygunluk taşıdığı için tercih edilmiştir. Dili ve dini zayıf olanlara söyleyecek sözüm yok; onlar her bahanede zaten değiştireceklerdir.

Mehmet Fuat Köprülü diyor ki: “Türkçe yazan şairler, yazarlar eserlerinde genellikle ‘Türkçenin Arapça ve Acemceye nispetle daha dar, daha kaba, ifadeye daha kabiliyetsiz olduğunu, bu yüzden kendi kusurlarına bakılmaması gerektiğini söylüyorlar, hatta zımni bir mazeret şeklinde Arabi ve Farisi bilmeyen halkın anlaması için Türkçe yazmaya mecbur kaldıklarını’ ekliyorlar.”

Halk ve din merkezli şairler gürül gürül Türkçe yazıp okurlarken, “duygularını, düşüncelerini, inançlarını, dertlerini, sıkıntılarını” sorunsuz anlatırlarken, saray ve çevresinde kümelenmiş şairler ve yazarlar Farisi şairleri dilleriyle örnek alırlar, onlar gibi olmaya çalışırlar, Türkçeye düşmanlık eder, bir sözcük dahi kazandırmazlar. Oysa bir dili zenginleştiren, üretken kılan şairler, yazarlar, bilim insanları ve teknokratlardır. Osmanlıcayı yaratan, yazan ve katkı veren hiçbir yazarın, şairin ve bilim insanının Türkçe için konuşmaya, ahkam kesmeye hakları yoktur; hele suçlayıp aşağılamaya, “yetersiz ve kabiliyetsiz” demeye asla...

Atatürk harf devrimini yaparken, Türk Dilini, Türk Tarihini Tetkik Cemiyetlerini kurarken bin yılı aşkın öksüz bırakılan Türkçeye yeniden hayat verdi. Türkçeyi kendi kaynağı ve gözesiyle buluşturdu; vadisinde gürül gürül akıyor şimdi…

Cumhuriyet, kimler tarafından ne kadar yalnız, kimsesiz ve öksüz bırakılırsa bırakılsın, cumhuru sayesinde sonsuza kadar yaşayacaktır.

“Ne mutlu Türküm diyene!”