Moskova Kızıl Meydan’dayız. Dünyanın her tarafından turistler Kremlin'in muhteşem görüntüsü eşliğinde meşhur bir meydanı gezmekte. Moskova'ya inerken havaalanında kardan göz gözü görmüyordu. Buna rağmen rahat bir iniş gerçekleştirdik. Havaalanı çıkışında buzla kaplı yollardan otelimize doğru giderken, ulu ağaçların karla süslenmiş haliyle bitmeyen bir yılbaşını andıran süslü ortamında ilerlerken Rus kültürünün izlerini havanın ağırlığında bile hissedebiliyorduk. Uzun kışların yaşandığı Rusya'da insanların yüzüne yansımış ciddiyetin, havasından kaynaklandığına kanaat getirmemek mümkün değildi.
Kızıl Meydan'da gezinirken, bir tarafımızdan Lenin, öbür taraftan Stalin geçiyor. Karşıdan da Çarlardan biri meydana doğru ilerliyordu. Tam da ne oluyoruz demeye kalmadan, turistlerin sembolik Rus kahramanları ile resim çektirdiğini görünce konu anlaşılmıştı. Bir kaç dolar için sembolik de olsa tarihi şahsiyetler turistlerle resim çektirip para kazanıyordular. Rusya’da komünist rejim yıkılmış. Lâkin Kızıl Meydan'da Lenin'in turistik figür olarak kazanç kapısı olacağını sağlığında devrimin önderlerine birileri söyleseydi herhalde “provakatör, devrim düşmanı” diye olmadık muameleye tabi tutulurdular.
Şimdi Stalin'in pos bıyıklarının gölgesinde çekilen fotoğraflardan gelen üç beş doları bir kenara bıraktığımızda şöyle bir meydanı gözden geçirelim derken bir de ne görelim. Kızıl Meydan’ın göbeğinde önünde bir kilometreyi aşan kuyruk oluşmuş MC Donald’s bütün ihtişamıyla karşımızda durmuyor mu? Birden “komünistler Moskova'ya” sloganları aklıma geldi bir zamanlar ülkemde çokça kullanılan. Bir yanlışlık olmasın, “kapitalistler Moskova'ya” diye atılmıştı yoksa o sloganlar.
İçerisi tıklım tıklım dolu. Herkes heyecanla sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Eee biz de acıkmıştık.
Hadi bir şeyler yiyelim dedik sıraya girdik. Et ve et ürünlerini yememeye gayret ediyoruz. O iştahımızı Türk lokantalarına saklıyoruz, olası bir haram etle karşılaşmamak için. Tezgahın önüne geldiğimde, kuru yiyeceklerden uzak durma adına önünde bulunan çorba kazanını işaret ederek çorba istediğimi belirttim. Servisi yapan ustanın yüzü ekşidi. Hayır dedi Türkçe olarak. Onu size veremem. Çünkü çorbanın içinde domuz etinden parçalar var. Karşımda Türk Cumhuriyetlerinden genç bir insan duruyordu. Teşekkür ettim kendisine. Türk olduğumuzu nerden anladın diye sorunca “ağabey deminden beri aranızda konuşuyorsunuz. Hem de biz soydaşlarımızı tanırız” diye cevap alınca kendisine teşekkür edip, ne yememi tavsiye edersin soruma da ağabey, en iyisi “tavuk sandviç yiyin” dedi.
Moskova Meydanında inanç birliği içinde olduğumuz belki de part time çalışan gencecik bir Türk asıllı öğrenci soydaşımızın uyarısı ile karşılaşmak da ayrı bir duygu yaşatmıştı. Kızıl Meydan ve Kremlin Sarayı muhteşem düzenleme ve mimarisi ile turistlerin gözbebeği. Rusya değişimi yaşarken, Ukrayna savaşı sonrası Batı dünyası tarafından her türlü kültürel ticari ve ekonomik ortamlarda ambargo ile karşı karşıya kaldı. Kremlin'in tam karşısında bulunan MC Donald’s kapanmış durumda. Önünde kuyruk oluşturan Ruslar bu durumu nasıl karşılamıştır bilemeyiz ama alışkanlıkları birdenbire bırakmanın çok kolay olmadığı da bir gerçek. Bu arada ünlü Arbat sokağında Rus sanatına dair her türlü örneği bulmanın hazzı ile gezinirken gerçek Rus kültürünün izlerini de orada görüyorduk.
Uluslararası markalar savaş anında silahın bir parçası olabiliyordu. Geldiler. Kazandılar. Şimdi de gittiler. Öyle gerektiğini belirttiler sadece. Gelirken de giderken de ideoloji filan hak getire.
Sadece çıkarlar önemliydi. Durumlar düzelsin yine dönerler.
Lenin'in naaşı Kremlin'de Mozele’de her 18 ayda bir tahnit edilerek korunurken taklitleri doların dayanılmaz cazibesi ile turistlerle fotoğraf çektirip para kazanmanın yolunu bulmaya çalışıyordular.
Biz de boş duramazdık ya. Hazırlıklı gelmiştik, her dış seyahatte vazgeçilmezlerimiz olan Türk Bayrağı ve Trabzonspor kaş kolumuzla Kızıl Meydan'da bize her yer Trabzon demeden olmazdı. Ve Kızıl Meydan devrimden bu yana belki de Süper Ligde Anadolu ihtilalini yaşatan Trabzonspor'un bordo mavi renkleri ile tanışıyordu.
Eee ne de olsa, “Bize her yer Trabzon.”
***
MUTLU ÇOCUKLUKLARDI MAZİDE KALAN
Eski kentin yoksul yaşamları içinde büyüyüp “ah ne güzel günlerdi” diye iç geçirmenin verdiği hazzı bugünlerde yaşamak bir şekilde gençliğin verdiği deli dolulukla geçmişteki hayatımızda yaşadıklarımızı yapamadıklarımızın özlemi gibidir. Öyle anlatıldığı gibi çok rahat değildi bundan 50 yıl önceki yıllardaki hayat. Şimdi siz diyelim ismi sonradan Zafer Mahallesi’ne dönüşen Kuzgundere'de yaşıyorsunuz. Evler derme çatma. Kuzgundere üstü açık akıyor. Mahallenin ortasından akan dere her türlü mikrobu taşıyor. Nasıl taşımasın ki açıktan kanalizasyon akıp duruyor gidiyor işte. Buna benzer manzara Zağnos Vadisi’nde de yaşanıyordu. Yenicuma, Arafilboy, Çömlekçi ve diğer mahallelerimizde de buna benzer hayatı zorlaştıran durumlar mevcuttu.
Yağmur yağar dam akıtır. Elde kova odalarda dolaşıp tahta döşemeler ıslanmasın diye önlem alınmaya çalışılır. Evet, bahçeli evlerimiz vardı. Köşklerde yaşayanımız da. Tek odalı derme çatma evlerde hayatını sürdüren her türlü sosyal güvenceden yoksun insanları ne yapacaktık? Ama Allah şahit herkes aynı okulda okurdu. Mahallemizdeki ilkokul hepimizindi. Hiçbir aile benim çocuğum şu okulda okumalı diye okul tercihini de yapmazdı. Meslek liseleri, ticaret lisesi, sanat okulu revaçta idi ve o okullardan mezun olanların hiçbirinin işsizlik diye bir sorunu olmazdı. Öyle sınavla okula filan yazılma da yoktu. Trabzon Lisesi’nde okuyan öğrencilerin aileleri her sosyal gruptandı. Yıkık kiremit damlı evlerde yaşayanlarla, bahçeli evlerinin içinde hayat sürenlerin arasındaki komşuluk bağı her zaman vardı.
Mahalleye at arabasında yüklü fındık kabuğu geldiğinde meraklı gözlerle acaba hangi evin önüne yıkılacak kabuk çuvalı takip edilirdi. Mahallenin oduncusu da hem ufak tefek evlere taşırdı odunları hem de taş duvarlar arkasında yaşayan insanların konaklarına da. Başka da yakacak yoktu zaten. Kömür de vardı ama onlar da odunsuz yanmazdı. Zaten her ev kömür alacak durumda da değildi. Sonraki yıllarda kalorifer hayatımıza girmeye başladığında zaten o kendine has mahalle kültürü de kaybolmaya başlamıştı. Apartmanlar yükselmeye başlamıştı eski çiçek kokulu mahallelerde. Sahi fındık kabuğunu yakmayan var mıydı sobasında? Fiskobirlik'ten kabuk almak o kadar kolay değildi.
Adamın olacak. Tanıdık bulacaksın. Siyasetçiyi de eski bir hastalık olarak devreye sokacaksın. Sıraya girip fındık kabuğunun kış gelmeden evine gelmesi için gayret edeceksin.
Her evde bir “kabukluk” bulunurdu. Fareler de çok severdi kabukluğu. Fındıklar kırılıp kabuklarından ayrılırken küçük fındık parçacıkları halinde az da olsa karışırdı çuvalların içine. E kemirgen hayvanlar için tam bir ziyafet değil de nedir bu durum? Öyle herkesin evinin önünde araba olmadığı için ne trafik ne de otopark sorunu vardı mesela. Her mahallenin bir kaç çeşmesi olduğundan evdeki su kesintisi de çok problem değildi. Radyo en önemli iletişim aracı idi. Gazeteler bir gün sonra gelmesine rağmen çok okunur ve çok satılırdı. Öğrenciler kütüphanelerden çıkmaz, her türlü yayın birçok kitabevine sahip Trabzon'da hatırı sayılır sayıda müşterileri ile buluşurdu.
Gazete aboneliği diye bir sistem vardı. Edebiyat sanat magazin spor, gençlik dergileri en çok satanlar listesindeydi. Bugünlerde gazete bayi diye bir meslek nerdeyse kalmadı. Kimsenin sadık bir okuyucu olarak abone olduğu da yok. Bu durumu teknolojik gelişme diye geçemeyiz. Konunun sosyolojik izaha ihtiyacı vardır. Neden artık okumuyoruz? Yazlık ve kışlık sinema sayısının onlu sayıları geçtiği bir dönemden sinemaların yıkılıp iş merkezlerine everildiği bugünlere geldiğimizde Trabzon adına geçmişin onca olumsuz şartlarına rağmen olumlu düşünceler taşıdığımızı anlayabiliyoruz. Bugün bacalarından fındık kabuğu dumanı çıkartan sobalı evlerden doğalgazla ısındığımız apartman dairelerinde oturma aşamasına geçmenin rahatlığını yaşamaktaysak da, geçmişe duyduğumuz özlemi neyle izah edebiliriz diye de kendimize sormamız lazım.
Evet, geçmiş neden güzeldir? Neden unutmak istemeyiz? Çamurlu sokakları mı, fındık kabuğu ile ısındığımız günleri mi, yıkık dökük evlerde sürüp giden yaşamları mı, açıktan akan kanalizasyonların getirdiği hastalıklarla uğraşmayı mı, bir tek evin babasının çalışmasıyla geçindirilen evlerdeki çocukların zor şartlarda eğitim hayatlarını sürdürme çabalarını mı? Uzar gider bu sorular.
Ama biz severdik o günleri yine de, karpuz kabuğunu beklemeden denize girmek için günleri saymaktan, mahalle maçlarında kıyasıya mücadele etmekten, denizde yaratılmış her türlü balığı tadabilmekten, her bahçedeki meyvede göz hakkımızın bulunduğunu bilmekten, bayram törenlerinde başımız dik resmi geçitlerimizi en ciddi şekilde yapmaktan, her gün andımızı okuyup, istiklal marşı ile bayrağımızı okulumuzun direğine gururla çekmekten, bayramlarda el öpüp harçlık almaktan, iki koşuda servis aracına ihtiyaç duymadan okulumuza gidip gelmekten, fırında sıcacık peynirli kıymalılarımızı kapıp bir an evvel sofraya bir kahraman edasıyla yetiştirmekten,
mangaldaki közün yumuşak sıcaklığında demlenen saf tereyağlı pilava hoşafla birlikte kaşık sallamaktan, mutlu oluyorduk.
Yengeç nedir bilir misiniz? Ya da bizim deyimimizle zağana. Denizde olur, kayaların arasında. İki uzun kolu vardır. Yakalar kolye yapmak üzere o dişleri dediğimiz bölümü bir güzel kurutur cilalar ve ucuna kolye yapmak üzere çoğu zaman ince bir altın ya da gümüşten kaplama yapar boynumuza takardık. Ya o yaşta altını nerden bulurduk diye şimdi düşünüyoruz da paranın değerinin olduğunu anlıyoruz o zamanlarda. Altın kaplı yengeç dişi simsiyah Karadeniz kumunda güneşlenirken de üzerimizde bayağı “cool” duruyordu hani.
Evet, mütevazı bir hayatın unutulmaz güzellikleridir aslında mazi.