KAPLANIN SIRTINDA

Bilmem okudunuz mu? Hiç vakit kaybetmeden hemen bu kitabı alınız ve başucunuza koyunuz. Tek solukta bitirebileceğiniz bir kitap. Ama bitirmeyiniz; yavaş yavaş, düşüne düşüne, araştıra araştıra, sindire sindire okuyunuz. Hatta III. Selim’den başlayarak, II. Mahmut’u, Abdülmecit’i, Abdülaziz’i, V. Murat’ı çok iyi inceleyiniz. 1789 Fransız İhtilali’nin getirdiği siyasi ve kültürel etkileri, 1838 Balta Limanı Antlaşması'nı, peşinden Tanzimat Fermanı'nı, arkasından güçlü Avrupa ülkelerinin baskısıyla art arda gelen "ıslahat fermanları"yla koskoca imparatorluğun nasıl Avrupa’nın elinde bir oyuncak olduğunu araştırınız, önyargılarınızdan kurtulunuz ve "Kaplanın Sırtında"yı okumaya başlayınız… Zülfi Livaneli o zaman anlaşılır.

Kitap, İnkılap Kitabevi yayınlarından çıktı.

Büyük bir emek verilerek tarihi olaylar kendi gerçeklikleriyle araştırıldı ve romanesk bir hava içinde sunuldu. Bir yerde tarihin romanı yazıldı, ete kemiğe büründü. Hiç durmadan akıp giden zamanın içinden çıkarıldılar; konuştuğumuz, sohbet ettiğimiz, sorular sorduğumuz, düşüncelerini, duygularını öğrendiğimiz birer canlı kişilik olarak saraydan alındılar; Livaneli’nin güçlü kalemiyle yanımızda, yöremizde yaşayan insanlar gibi aramıza katıldılar.

Tarihin, Osmanlı için en zor, en karmaşık bir dönemini hiç kimsenin hakkını yemeden, çiğnemeden, gerçekçi bir bakışla ele almış ve II. Abdülhamit’i yazmış, 2022’de yayımlanmış.

Kitabı yüzeysel bir biçimde incelerken aklıma ilk gelen "Muhteşem Süleyman ve Payitaht-Ulu Hakan" dizileri olmuştu. Tarihi çok iyi bilen, tutarlı görüş ve düşünceleriyle haklı bir üne kavuşan İlber Ortaylı “böyle bir tarih, böyle bir padişah yok” demişti her iki dizi için de.

Tarih yalanla, çıkarlara, uydurmalara indirgenerek yazılmaz, hele iftiralarla asla. Gerçek ya da kendini gösterdiğinde güneş "arı, hayası, utanması, sıkılması" olan namuslu insanların yüzünü kızartır. Sanat adına tarihe yalan-yanlış-eksik gedik olaylar katarak anlatanlar çocukların, halkın beynini zenginleştirmez, gelecekte onlara utanç yaşatır.

II. Abdülhamit, tarihin en çok tartışılan ve konuşulan padişahlarından biridir.

578 yıldır yaşamadığı en büyük bozgunu Osmanlı onunla yaşadı. Başarı diye adlandırılan “düşmanları birbirine düşürerek çatıştırma” politikası işe yaramadı; tarihin en büyük toprak kayıplarını önleyemediği gibi yalanlarla, aldatma ve kandırmacalarla—zamanında bir karış toprak kaybedilmedi—büyütülerek bugünkü Filistin sorununun doğması gibi dinsel propagandalarla halka “Ulu Hakan” diye tanıtıldı. Hayranı olduğu ve çok korktuğu İngilizleri bırakıp Almanlara Bağdat Demiryolu ihalesini verdikten sonraki Panislamist yönelişi ve Müslümanların Almanlara iyi-güvenilir gözle bakmalarını sağladı. Çok akıllı görünmesine rağmen İngilizlere, daha sonra Almanlara arkeolojik kazı yapma serbestisini tanıyarak aslında NEFT yağı adıyla aradıkları gerçekte sanayinin kanı olan petroldü, bu cinliği göremedi ve Memalik-i Osmaniye’den bir sürü tarihi eserin gemilerle kaçırılarak Londra’ya ve Berlin’e götürülmesine izin verdi.

Rusların Balkanlardaki üstünlüğünü kabul etmek istemeyen İngiltere, Fransa ve Almanya’nın düzenledikleri Berlin Konferansı'yla güçlerini göstermek ve Rusya’ya haddini bildirmek istemeleri Osmanlı'ya yeni bir kapı araladı. Ayastefanos (Yeşilköy) Anlaşması'yla yaşanan ağır toprak kayıplarını hafifleterek Rusların Osmanlı'nın içişlerine karışmasını önlemek amacıyla yapılan girişimlerle İngilizlerin desteğini sağlamak için Kıbrıs’ı rüşvet olarak—kimileri sattı diyor—vermesi, otuz üç yıllık padişahlığında bir buçuk milyon kilometrekare üstünde toprak kaybetmesi başarısızlığın en büyük kanıtıdır. Yeryüzünde ülkesini küçülten bir padişaha "Ulu Hakan" demek, Türklere mahsus bir iştir gibime geliyor.

Yaptıklarının doğruluğuna inandığı için en küçük bir pişmanlık duymadı. Her işinde "haklı" olduğunu ve "mutlaka yapılması" gerektiğine inandı. İç dünyasında ve politikasında bitmez tükenmez çelişkileri eksilmeden yaşayan kuşkucu bir insan. "Kendisine karşı" olan ve eleştirenlere, düşünenlere, yazarlara, şairlere düşman, eylem yapan aydınları, gençleri, paşaları acımasız bir biçimde cezalandıran, sürgüne gönderen, zindanlarda boğdurtan, bir kaplan. Bunun için müstebit ve hürriyet düşmanı, aynı zamanda şehzadeliğinde amcası Abdülaziz’le gezdiği, tanıdığı Avrupa’yı örnek alan ve "Avrupalılaşmayı" isteyen, medrese yanında "çağdaş liseler" açan, malt-bira, rakı fabrikası kuran, ama kendisi rom içen bir padişah... Ağaç işçiliğini değme ustalara taş çıkartacak biçimde yapan bir sanatçı.

Azınlıktan dostu olan bir bankerin yönlendirişiyle şehzadeliğinden beri borsadan çıkmayan ve çok zengin olan bir saraylı… Neredeyse tüm büyükelçilerini, nazırlarını azınlıklardan atamış bir padişah, meşrutiyeti ilan etmesine karşın, mecliste, hiçbir zaman umurunda olmayan Türklerin azınlığa düşmesini bahane ederek meclisi kapatan bir despot. Aslında aykırı düşünceleri, özgürlüğü içine sindiremeyen, hafiyeleriyle, korkulu, kuşkulu dünyasına güven arayan bir hasta… Psikolojik sorunlarını aşamamış, yaralı kişiliği olan, burnunun büyüklüğü kadar toprak kayıplarını, boğdurduğu insanları sorun etmeyen bir Şah…

Ve kitabı tamamladığınızda sırtınızda yalandan, gereksiz büyütmelerden, efsanelerden oluşan bir yükü atarak rahatlayacaksınız. Yere göğe sığdırılamayan "Cennet Mekan Ulu Hakan" da neymiş, nasıl biriymiş meğer deyip bu soruyu sormaktan kendinizi alamayacaksınız. Ötekiler hayalen yaratılan bir Abdülhamit’ti; okuduğunuzsa…

Tarihin gerçekliğinde "önyargısız" bir roman işte… 33 yıllık bir fotoğraf…

Sevgiyle, esenlikle kalınız.