Savaş akılla, bilimle, teknolojiyle, orduyla birlikte yapılan, yeri geldikçe halkları da içine katan şeytani insan öldürme sanatıdır. Ne kadar çok ölüm olur, ne kadar çok kan akıtılır, ne kadar çok yıkım yapılırsa savaş o denli büyük olur. “Zorunluluk olmadıkça, bağımsızlığa, özgürlüğe, vatan topraklarına ve ekmeğe kastedilmedikçe savaş bir cinayettir.” Bu üç nedenin dışında savaş, ne kadar haklılık taşırsa taşısın, yanlıştır.
Ölüm makineleri üretenler, daha çok kazanmak için, insanların kaprislerini, ihtiraslarını, iştihalarını kabartıp savaş ortamını hazırlamakta ustadırlar. İnançlarından çıkarlarına, onurlarından namuslarına kadar suçlayıcı, aşağılayıcı, küçük düşürücü pek çok nedeni kafaya aldıkları ülkelerin basınında-medyasında günlerce işler, pişirir, kotarırlar. Sonra da dayatırlar “savaş kaçınılmaz” diye. Kırım’ın işgalinden sonra hedefteki ülke Ukrayna idi. Batı bunu görüyor, biliyor ve kışkırtıyordu. Konuştu, tavır almadı, Rusya’ya karşı güçlü bir duruş sergilemedi. Ucunda milyarlarca dolarlık silah satmak vardı, kana ekmek doğramak vardı.
Aynı Batı, “Arap Baharı”nı başlattı, milyonlarca insanın ölümüne neden oldu, silah sattı, yakılan yıkılan kentleri onarmak için şirketlerini gönderdi, Arapların petrolünü oluk oluk kasasına akıttı. Mezhep kavgalarıyla, bölünmüş yurtlarında yüz binlerce insanın ölüm nedeni oldu, milyonlarcasını yaşanmaz duruma getirdiği ülkelerini terk etmek zorunda bıraktı. Yıllardan beri Libya, Sudan, Mısır, Irak, Suriye zaman zaman toplu katliamların, intihar saldırılarının yapıldığı yerler olmaktan bir türlü kurtulamadılar: Bu, ABD’nin ve Batı’nın, Türkiye’nin de içinde olduğu, “demokrasi”(!) başarılarıdır.
Bizim nesil arasında “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” kitabının adı kadar tekrarlanan bir başka kitap adı var mıdır bilmiyorum. Yetiştirilişimizde, “vatan, millet, din, namus”, uğruna ölünecek, şehit olunacak değerlerdi. Hayatımız onlara göre biçimleniyordu. Yaşamaya dair hiçbir bilgimiz, hiçbir düşüncemiz, hiçbir öngörümüz yoktu. Bir düş, bir hayal, bir fantezi bile geliştiremiyorduk. İç dünyamız kuru, yavan, çoraktı. Sonra ayıp, günah, yasak vardı.
Dağlarca’nın: “Söyle sevda içinde türkümüzü / Aç bembeyaz bir yelken / Neden herkes güzel olmaz / Yaşamak bu kadar güzelken? / İnsan dallarla bulutlarla bir / Hep o maviliklerden geçmiştir / İnsan nasıl ölebilir / Yaşamak bu kadar güzelken” dizelerindeki yaşam, mutluluk, güzellik, tutku, istek ve ölüm daha güçlü başka nasıl hissedebilirdi? İnsanın olmadığı bir yerde “dinin, imanın, vatanın, milletin, namusun” ne anlamı olabilirdi? Şimdi Dağlarca’nın dizeleri maviliklerden, bulutlardan düşen, ılgıt ılgıt rüzgarlardan gelen bir yudum su, bir yudum nefes, bir yudum sevgidir iliklerimizde, yürek atışlarımızda.
Erik Maria Römark, “Savaşın iğrençliğini, korkunçluğunu, acımasızlığını, cephede vuruşan gencecik çocukların arkadaşlarının, patlayan beyinlerinde, kopan kollarında, bacaklarında, paramparça olan bedenlerinde, damarlarından fışkıran kanlarında” anlattı. Orada ölüm vardı, kaybedilecek bir yaşam ve korku vardı. Başka hiçbir şey yoktu: Orada gaddarlıklar, zalimlikler ve savaşın yaşama ihaneti vardı. Orada şaşkın, ne yapacağını bilemeyen, ölmek istemeyen, kendinden geçmiş ve kusan ana kuzusu çocuklar vardı. Bu, Birinci Dünya Savaşıydı ve savaşların karakterinin yüzyıllardan bu yana hiç değişmediğiydi.
Savaşın pek çok taraftarının bulunduğu şu dünyada “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yoktu.” İkinci Dünya Savaşı acımasızlığını birinciye göre üç kat artırarak geldi geçti, altmış milyon insanın canını aldı. 1944’te Rusya, kana doymamış gibi Kırım’ı topraklarına kattı. Milyonlarca insanı, çoluğu, çocuğu katletti, Sibirya’ya sürgüne gönderdi. Kötü yaşam koşulları sonucu çoğu yollarda açlıktan ve korkunç Sibirya soğuklarından öldü. Oysa Rusya, Alman işgali sırasında 13.7 milyon insanı nasıl kaybettiğini çok iyi biliyordu. Bu acıyı en iyi Ruslar yaşamıştı ve yine durmuyorlardı. Türkiye’nin yalnızlığını fırsat bilerek “Kars’ı, Ardahan’ı ve Boğazları” istedi. 56’da Macaristan’ a girdi, Budapeşte’yi işgal etti, tanklarının paletleri altı Macar gençliğini ezdi geçti. Macaristan’ın bağımsızlığını, özgürlüğünü ve buğdayını aldı.
Yıl 1968. Bu kez Sovyet Rusya tankları Çekoslovakya’yı işgal etti, Pırag’ı ezdi paletlerinin altında. Sanayisi Rusya’nın çok ilerisinde olmasına karşın, Politbüro’yu doyurmak için yapılması gerekiyordu(!). 1979’da, ayakta durmaya çalışan Afganistan’ı Sovyet imparatorluğuna kattı. Sosyalist bir hükümet kurdu. Afgan direnişiyle büyük kayıplar veren Sovyetler, pek çok dağılma nedeni yanında Afganistan işgaliyle de çöküşünü hızlandırdı.
“Yayılmacı ve sıcak denizlere inme” politikası Çarlıkta ne ise, Sovyetlerde de, Rus Federasyonu’nda da aynı kaldı. İletişimin yaygınlığı ile Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısını, acımasızlığını, iğrençliğini, gaddarlığını, tüm dünya çoluk-çocuğu ile evinin içinde ve telefonlarında yaşamaktadırlar. Savaş, salt Ukrayna’nın değil, ölen, yaralanan, yanan insanların, kadınların ve çocukların acılarıyla insanlığın yaşadığı ortak bir dert, ortak bir sıkıntı, ortak bir sorundur. İnanıyorum ki, ortak bir çığlık bu acılara son verecektir. Umarım “Ağustos 1914, Ve Durgun Akardı Don, Açlık Yılları, Savaş Ve Barış, Silahlara Veda, Çanlar Kimin İçin Çalıyor?, Gulag Takım Adaları” savaşa galip gelir ve silahlar toprağa gömülür.
Türkiye emperyalizme karşı verdiği mücadeleyle bağımsızlığını ve özgürlüğünü kazandı. Emperyalizmin hangisi olursa olsun, direnen, karşı koyan, mücadele eden, savaşan tüm ülkelerin yanında yer almalı ve destek vermelidir. Çekimser kalmak Türkiye’nin varoluşuna yakışmaz.
Rusya, federasyonu yeterli görmeyip yeniden imparatorluk kurmak peşinde midir?
Sevgiyle, esenlikle kalın.