HOŞGÖRÜ VE RAMAZAN AYI...

İngilizlerin ünlü devlet adamı ama, bize göre Çanakkale Zaferimizin mağlubu Churcill  fi tarihinde " Bugün ile dünün tartışmasına girersek, geleceği kaybederiz" demiş... Doğru söze ne denir ki?.. Yitmiş, kaybedilmiş nice aylara/yıllara kapılıp kalmak karamsarlığın  girdabına/anaforuna  düşmek değil de ne? Ama dünü unutmadan, dünü bilerek ondan ders almak gerekir diye düşünenlere bu noktada hak vermek gerek,

Hiç düşündünüz mü, yaşam boyu neyi tartışıp, sonuçlandırabildik? Kişisel olarak hangi konuda kendimizi yargılayıp "Ben hatalıyım" diyebildik demokratça? Oysa doğruyu bulmak, güzeli arayıp yakalamak, dahası demokrat olmak, hepimiz için erdem değil de ne?

Demokrat sözcüğünün özünde -özellikle- altını çizerek belirtiyorum "hoşgörü" olgusu varken; çoğu kez bunu, bu özelliği, bu güzelliği unutuyoruz . Bu nedenle de kimi olumsuzlukları  inatçılığımız, hoşgörüsüzlüğümüz yüzünden yaşamıyor muyuz?

Yaşamı kendi açımızdan tutarsızlaştırmaktır bu düşünce ve davranışımız.

Nerede, hangi kaynakta okuduğumu ya da kimin söylediğini şimdi anımsayamıyorum ama, mutlu yaşamın bir sırrı/gizi olarak değerlendirdiğim şu sözlerdeki güzelliğe, hoşgörüye bir bakar mısınız?

* Kendini ve başkalarını bağışlamasını bil.

* Biri seni kucakladığında ilk bırakan sen olma.

* Gözünün önünde hep güzel şeyler bulundur.

* Keyifsizliklerini açığa vurma.

* Kendine yapılmasını istemediğin  hiçbir şeyi başkasına yapma.

Her biri bir iç muhasebeyi, kendinle hesaplaşmayı öneren ve çıkış yolu gösteren bu anlamlı cümlelerin özünde elbette ki "hoşgörü" dediğimiz engin/duru/mavi bir okyanus yatıyor.

İşte tam da böyle günleri yaşıyoruz:

Ramazan ayındayız, çünkü...

                                                                           ***

Biraz da Ramazan aylarının eski yaşanmışlıklarından söz etmek isterim.

Eskiden kent merkezlerindeki fırınlarda iftarlık güveç pişirme yarışı vardı sanki... Her fırında müşterilerin getirdiği 15-20 güveç pişer; pişen güveçler akşam üzeri fırının tezgahına çıkarılıp soğumaya alındığında sokaklara/caddelere yayılan nefis güveç kokusu insanın iştahını bir o kadar daha  artırır, iftar için sabırsızlık yaratırdı.

Yaz-kış böyleydi. Mutlaka güveçle iftar açılırdı. Ama ne güveçlerdi onlar.

Mevsimine göre, soğanlı, patatesli, pirinçli, fasulyeli, karabiberli, domatesli/salçalı güveçler o dönem insanımız için bir gelenek,  bir tutkuydu adeta.

Etin yağlı tarafından, "kısa kaburga" denilen bölümünden alınır, önce fırında azıcık su ve yakıcı kırmızı biber ilavesiyle hafiften pişirilir. Sonra da güvecin asıl malzemeleri ve su  ilave edilerek fırında kontrollü pişirilir. Bu pişme sırasında güvece asla ikinci bir su dökülmez. Bu noktada şunu da belirtmeliyim, bugün güveçlere nedense az da olsa pirinç ilave edilmiyor ki bu bir eksiklik bence.

Al sana nefis bir güveç... Eskiden yemeklerde çatal kullanılmaz, herkes güvecin tadını parmak ucundan alırdı. Böylesi güveçleri iştahla yiyenlerin ileri yaşlardaki hastalık dönemlerinde ; "Keşke aç duraydım da o yağlı güveçleri yemeseydim" diyen Rahmetli babacığımı ve çoğu insanı bilirim.

Dönelim sözün başına...

Hoşgörü dedik.

Akıp giden zamanı "hoşgörü" zenginliği ile dolu-dolu uğurlamak gerek..

Göreceksiniz, yaşamınızın gönül bahçesinde renk-renk çiçekler açacak.