Bu ülkede ne hoşgörü ne de anlayış kaldı. Her ikisi de aranır durumda ne yazık ki! En üstteki yetkililer bile birisinin canı yandığında bir şey söylese de ondan tazminat almanın peşine koşar durumda. Bunun için avukatlar ordusu kurulmuş, bir ahtapotun kolları gibi çalışıyorlar. Bu çalışmayı da göğüslerini gere gere anlatıyorlar.
Deprem; insanları acıya boğmuş, üzüntü tavan yapmış, bir gün önceki ailenden kimse kalmamış! “Evim” dediğin yer moloz yığını haline gelmiş! İnsanlar şaşkınlık içinde ne yapacağını bilmez durumda kalmış! Hayatta kaldıklarına sevinemiyorlar! Yapılan yanlışları ve beceriksizlikleri o üzüntüyle avazı çıktığı kadar haykırıyorlar! Bu insanlara, hoşgörüyle yaklaşacak olan yetkililer “Bunları not ediyoruz!” deyip parmak sallıyorlar.
Hepimizin bildiği gibi hoşgörü aslında öteki olana saygı duyabilmektir. Biraz da kendin gibi olmayana da yaşama ve yaşatma şansı verebilmektir! İnsanoğlunun en çok ihtiyaç duyduğu ama pek kolay bulamadığı şeylerden biridir. Ne üzücü değil mi?
Benim için de hoşgörü, aslında ara renkleri veya tonları görebilme yetisi, insanları kategorize etmeme çabasıdır. Farklı fikirleri, duyguları, düşünceleri ve insanları anlamak için emek sarf edebilme yeteneğidir.
Hoşgörü yeteneği kazanma emek ve özveri ister; uğrunda emek harcanan her şey gibi sahip olması zor, kaybetmesi kolaydır.
Bir arkadaşım hoşgörüyü şöyle tarif etmişti: “Farklı tepkileri çağrıştırsa da geniş görüşlülüğü kazanma yetisidir. Nedense, hep kabul edilmeyeni hoş görmek akla gelir. Aslında şimdi kabul görenin, bir vakitler hoşgörüye maruz kalan olduğunu da unutmamak gerekir. Kendini karşıdaki insanın yerine koyarak olaylara bu açıdan bakmaktır. Ancak hatasını görmezden gelmek değildir.”
Hoş görüp de yitirdiklerimiz ile hoş görüp de kazandıklarımızı karşılaştırsak hangisi ağır basar acaba? Neyse ben size bu zaman diliminde hasret kaldığımız güzel bir hoşgörü ve kendini karşı tarafın yerine koymaya güzel bir örnek vereyim.
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Atatürk’e bir gün gelir ve elindeki dosyayı göstererek, “Antalya’da bir köylü size hakaret etmiş, savcılık dava için izin istiyor.” der.
Atatürk’ün kaşları hemen yukarı kalkar: “Niye? Ben ne yaptım ona?”
Şükrü Bey, “Efendim köylünün aldığı paketin içinden sigara kağıdı çıkmamış. O da sigarasını gazeteden kestiği kağıda sarmış. Çakmağı yakınca gazete kağıdı alev almış, dudakları yanmış. Bunun üzerine 'O, köşkünde hazır sigara içiyor, ben parasını verdiğim pakette sigara kağıdı bulamıyorum!’ diyerek şahsınıza hakaret etmiş.” Olayı dinleyen Atatürk, Şükrü Kaya’ya sorar:
“Sen hiç gazete kağıdı ile sarılmış sigara içtin mi?”
“Hayır efendim!”
“Ben içtim, berbat bir şeydir!” der ve konuşmaya devam eder: “Trablusgarp Savaşındayken tütünü gazete kağıdına sararak içmiş, bıyıklarımı yakmıştım. O yüzden, hiç sigara içmeyen devrin padişahı Sultan Reşat’a küfretmiştim. Köylü haklı. Sen onu mahkemeye vereceğine, paketin içinden sigara kağıdı çıkmasını sağla. Ayrıca kendisine içtiği tütünden bir koli göndererek özür dilensin. Yalnız dikkat edilsin, paketler sigara kağıtsız olmasın.”
Hiç kimseyi göremedim ben, senden daha güzel.
Hiç kimseyi tanımadım ben, senden daha özel.
Hiç kimse kendini Atatürk'le kıyaslamasın. Onun gibisi bir daha dünyaya gelmez. Bizim şansımız onun bizim ülkemizde dünyaya gelmesi.
Turhan Eyüboğlu/Maçka
Kaynak: Süleyman Bulut’un Büyük Atatürk'ten Küçük Öyküler.
Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, YKY, İstanbul, 2004, s19-20