Hicaz, İslam aleminin kutsalı, bütün dünya bunu biliyor. Müslümanlar bu kutsal coğrafyayı ziyaret için adeta birbirleriyle yarışıyor. Müslüman Türkler içinse Hicaz, bilinen manevi değerinin yanında tarihi açıdan da büyük bir önem taşıyor.
Türklerin Hicaz’la olan tarihi bağları 16.yüzyılın ikinci çeyreğinde Yavuz’la birlikte başlar. Bu süreç 1909 yılının ocak ayına, Ömer FAHRETTİN TÜRKKAN’nın Medine’de teslim alınışına kadar devam eder.
Bu açıdan bakıldığında Medine’nin ve” Çöl kaplanı Fahrettin Paşa”nın ülkemiz açısından özel bir önemi vardır.” Türkkan” soyadını alan Fahrettin Paşa, RAVZA-İ MUTAHHARA adıyla bilinen kutsalımızı, İngliz emperyalizmi ve o’nun yerli işbirlikçilerine karşı destanlaşan savunmasıyla tarhimizin efsaneleri arasında yer almıştır.
Türk hacılarının ve umrecilerinin Hicaz ziyaretleri, şüphesiz ki birinci kutsalımız Beytullahla ilgilidir. Ancak hacıların, tarihimizin izlerini sürebilecek ön bilgiye sahip olmaları, ziyaretlerini daha da anlamlı kılacaktır. Diyanetin ve ilgili tur şirketlerinin, hacıları bu konuda bilgilendirmek gibi bir sorumlulukları da vardır.
Bu duygu ve düşüncelerle dostum Hasan SUİÇMEZ’le birlikte Ramazan umresi gerçekleştirdik. Medine, ziyaretimizin ilk durağı oldu. Coğrafyanın bilinen sıcaklığını, Mescid- Nebevi’ninin tercüme odası müdürü Ebu Mansur’un ilgisi ve rehberliği oldukça ılımanlaştırdı. Doğrusu bu ilgi bizi bir hayli şaşırtı.
Mescid-i Nebevi marka otellerin kuşatması altında.Böyle olmasına rağmen, Mescidin yarattığı manevi iklim bütün alanları kuşatıyor. Binlerce müslüman bu cazibenin içerisine doğru akıyor,heyecanlar dorukta,avuçlar semada, diller duada.
Mescid-Nebevi’de ki ilk iftarda gördüklerimizin yarattığı duygu derinliği anlatılamaz. Hiç tahmin edemeyeceğimiz bir dünya içerisine sürükleniyorduk. Binlerce insan yer sofralarında saf tutmuş, iki üç hurma, zemzem ve yoğurdun oluşturduğu iftar menüsüne dualarını da katarak vakti yaşıyorlar. Biz de hayatımızda ilk kez bu kadar sade ama bir o kadar zengin iftar vakti yaşadık. İftardayız, zemzemde ve hurmadayız, manevi hazzın doruklarındayıız. Herkesle aynı olmak ne kadar da rahatlatıyormuş insanı.
Vakit ve teravih namazları şaşkınlığımızın üst seviyelere çıktığı anlar olarak yaşandı. Binlerce insan nasıl olur da hiç rahatsız olmadan ve hiç rahatsız etmeden, mekanın manevi dalgasına katılır. Anladık ki burada günde beş defa, dünya yeniden kuruluyor. Renklerin ve dillerin aynılaştığı bir dünya. Yalın bir gerçek varki insansın, rengini arayan değil renk katansın. Peygamberin yanındasın, gerisi bu dünyanın dışında. Biz de bu renk ve dil cümbüşü içerisinde yerimizi alıp akıntıya bıraktık kendimizi.
Bu manevi tablonun dışını gözlemlemek yani sokağa çıkmak hayal kırıklıkları yaratmaya başladı. İçerideki tabloyla ilgisi olmayan bir dünyayla karşı karşıyayız. Mescid-i Nebevinin dışındaki hayat; çevre kirliliği, trafik karmaşası, varoşları ve arap olmayan diğer müslümanların özellikle Pakistanlıların verdikleri yaşama mücadelesi ile çok dikkat çekiciydi. Ve bize gayet tanıdık geldi. Ancak bu hengamenin içerisinde Suriyeli mağdurlarla neredeyse hiç karşılaşmadık. Ayrıca Katarlı’lara karşı takınılan olumsuz tavırlar, biz umreciler tarafından bile net bir şekilde hissediliyordu. Hatta Türklere bile bakış değişme eğilimindeydi. Anlaşılıyor ki güncel siyasetin dili sokağı derinden etkiliyor.
Medine hurma ticaretin merkezi. Hurma pazarında yaptığımız küçük araştırmalar bile bize “vay be” dedirtti. Hacıların bu noktada çok dikkatli olmaları gerekiyor, yönlendirmelerin dışında ve pazarlıklı bir alışveriş yapmaları daha doğru olur.
Osmanlı tarihinin izlerini aramak üzere yollardayız. Tarihi Medine Tren Garı ve Amberiye Mescidi, işte burdayız duruşuyla bizi selamlıyordu, mahzun ve hüzünlü. Doğrusu bizim için çok buruk bir karşılaşma oldu. Efendimizin ruhu şerifleri rahatsız olmasın düşüncesiyle, Ravzaya beş altı kilometre kala, rayların altına keçeler, süngerler seren Ecdadın eseri.
II. Abdülhamit’i rahmetle anarken I. Dünya savaşının sömürge ve ihanet dolu sayfalarını anımsadık. Bir gün Hicaz Demir Yoluyla seyahat etmek, Amberiye mescidinde namaz kılmak ve dua etmek umduyla tarihi alanımızla vedalaştık.
Başka izler sürelim, tarihe tanıklık yapalım, Osmanlıyı hissedelim gayratlari boşunaydı. Tarih burada hak ettiği değeri bulamamıştı.
Dışarda yani sokakta daha fazla kalmak, sorgulamak, dertlenmek çok yorucu olmaya başladı. Mescid-i Nebeviye, manevi iklime dönmeliydik, öyle yaptık. Ancak Sorular da peşimizdeydi.
Beş gün sonra büyük bir heyecanla Mekke’ye doğru yol aldık. Başka bir yazıda Mekke izlenimleriyle beraber olmak üzere ...