Sevdiklerimiz ölüyor, biz de bir gün öleceğiz. / Kuşkusuz ölüm sonsuz bir ayrılık… Dalından düşen yapraklar da bir daha geri gelmeyecek. Niyet tutulan düşen yıldızların yeri boş kalacak ve bir daha dolmayacak. / Ölüm de gerçek, ayrılık da… / Yapraklar da gerçek, yıldızlar da. / Yaşanan sevgiler de gerçek, acılar da; gülüşler de gerçek, gözyaşları da…

Dokunuyorsun parmaklarınla, tanıyor, tanımlıyorsun: “Soğuk” diyorsun, “sıcak, sert, yumuşak, pürüzlü, düz, pürtüklü, katı, sıvı…” Uyusan da, uyanık olsan da bu, böyle… Düşünde bir şeyler görüyorsun; uyandığında her şey bitiyor. Hangisi yalan, hangisi gerçek?

Yüreğin acıyor, canın yanıyor. Hasretindesin, özlüyorsun, kahroluyorsun. Yorgun düşüyorsun, kendini bırakıyorsun, direnemiyorsun. “Ne var, ne oluyor, nerede yanlış yaptım” diyorsun, kendine çeki düzen veriyorsun, düzene ayar çekiyorsun. Bir savaşımla kendine geliyorsun; toparlanıyor, diriliyorsun; bıraktığın yerden başlıyorsun. Günün, gecen, yaşamın güzelliklerle doluyor; doyasıya aldığın solukla mutlu oluyorsun. Bir sevinç dalgası, bir meltem sarıyor dört bir yanını. Hayata yeniden doğuyorsun. Sevincine yanıyor tüm yıldızlar.

Deneyim kazanıyorsun. Bilgini artırıyorsun. Becerini nitelikli kılıyorsun. Düşünceni, çevreni ve dünyanı genişletiyorsun. Tatların, lezzetlerin değişiyor, zevklerin, beğenilerin… Yeni haz kaynakları keşfediyorsun, yeni nimetler… Yeni dünyalar keşfediyorsun. Doğrularına yeni doğrular, gerçeklerine yeni gerçekler ekliyorsun. Sorunlarının çözümü, küçük-büyük başarıların ayrı ayrı zenginlikler, ayrı ayrı güzellikler katıyor yaşamına, olgunlaşıyorsun. İsteklerin, arzuların, beklentilerin, umutların değişiyor; dağlara, yaylalara çıkıyorsun; değişimini gözlemlemekte zorlandığın kayaları inceliyorsun. Milyarlarca yıllık kırılmaları, kıvrılmaları, katmanları, oluşumları gözlemliyorsun. İklim değişikliklerini, ormanların yok edilişini, dünyanın ciğerlerinin tahribatını, kutuplardaki buzulların eriyişini, ozon tabakasındaki deliğin büyüyüşünü, hava kirliliğinin tehlikeli boyutlara ulaşmasını, suların çekilişini, göllerin kuruyuşunu, depremleri, selleri, çığları çok açık bir biçimde görüyor, dünyanın nasıl yaşanmaz duruma getirilişinin verdiği acıyı tüm hücrelerinde duyumsuyorsun.

Gül gibi bir güzellikle karşılaşıyorsun. Duyup düşünebileceğin tüm güzellikleri çiçeklerle sevgide, barışta, dostlukta, arkadaşlıkta yaşıyorsun. Sevgilerin sesinde evrenin, insanlığın sesiyle buluşuyorsun. Denizi avuçluyorsun, gökyüzünü, yıldızları… Suyu, çiçekleri kokluyorsun, sesleri, saçları, sevgilinin tenini, bulutları, rüzgarları kokluyorsun. Sevgiler çiçek çiçek açıyor yüreğinde, yüreğin evrence büyüyor; tüm karamsarlıkları atıyorsun.

Bir gün bir hastalık, bir kaza… O zamana kadar sözden öteye geçmeyen “her şeyin başı sağlık” birden anlam kazanıyor, başköşeye oturuyor. Sağlıktan değerli ve önemli olan başka bir kavramın bulunmadığını acı bir deneyim olarak öğreniyorsun. Doktorların gerçekliğini anlıyorsun.

Hastalık, hayata daha bir sıkı tutunmanı sağlıyor. Ölmek yaşamın en saçma gerçeği ve ölmek istemiyorsun. Birtakım yanlışlar sonucu bu duruma geldiğini çok iyi anlıyorsun. Yaşama sevincini çoğaltacak yollar, çeşitlilikler arıyorsun. Görüyorsun, her ölen nesne toprak oluyor. Toprak, kayıp zamanların ve yaşanmayanların birleştiği, kesiştiği “yokluktur”. Kabul etmediği bir güzellik, kabullenmediği bir çirkinlik, iğrençlik yoktur. Tüm güzellikleri, tüm çirkinlikleri, iğrençlikleri yargılamadan bağrında basıyor. / Tohum yeşeriyor, hayat buluyor, yapraktan tohum olmuyor, gidenler geri gelmiyor.

Tüm kazanımlarını yaşamaya ayırıyorsun. Eşin, çocukların, torunların, akrabaların, dostların, arkadaşların birlikteliğin güzelliklerini yaratıyorlar. Bir sohbette, bir gezide, bir yemekte buluşuyorsun; bir nişanda, bir düğünde bir sevinçte, bir mevlitte, bir cenazede bir acıda…

Yaşamın gerçekleri, dostluğun, arkadaşlığın, sevginin-saygının değeri daha bir anlam kazanıyor; bir yudum nefes daha ağır basıyor. Yaşamak güzelleştikçe, ölmek daha çirkinleşiyor, daha korkunçlaşıyor; dünyanın en ağır acısını yaşatıyor.

Çevrende yaşadıklarına, gördüklerine, dokunduklarına, tadıp kokladıklarına, sevinçlerine, arzularına, somut ve doğal olanlara, akla, bilime, bu dünyaya, bu evrene, görünenlere “yalan” diyen ve “söylentilere, rivayetlere, hikayelere, masallara, hurafelere, görünmeyenlere inan, hastalıkların nedenlerini, sorunları “üç harflilere” bağlayanlar o kadar çok ki, kahroluyorsun…

Rengarenk dağlar, yaylalar, ormanlar, bağlar, bahçeler, pırıl pırıl sular, göller, çaylar, denizler, rüzgarlar, bulutlar, acılar, özlemler, sevgiler, güzellikler, çirkinlikler, tüm yaşanılanlar ve bu dünya yalan, öyle mi? Salt “inandırılanlar, görülmeyenler, yaşanmayanlar, dokunulmayanlar, koklanmayanlar, varlığı kabul ettirilenler gerçek”, öyle mi? / Sorgulamaktan kendini alamıyorsun…

Sevgiyle, sağlıkla kalınız…