GENÇ BİR YAZARA MEKTUP

Öncelikle, yazdığın için seni kutlarım.

Yazmak, duyguları, düşünceleri, bilgileri sözcüklerle resmetmektir. Dili yağmur gibi yağdırmak, seller sular gibi akıtmaktır. Yazmak, zamana, hayata, çağa tanıklık etmektir. Yazmak yaşadığını, duyduğunu, düşündüğünü anlatmaktır, yaşama anlam katmaktır.

İnsanı, kadını, bu denli mükemmel gözlemleyip ince duyuş, düşünüş ve tahlillerle ruhunu ve davranışlarındaki anlamı ortaya koymandaki başarın alkışlanmaya değer. İnsan gerçeğini didik didik ederek “çağdaş” gibi görünen kimi insanların geleneksellik, cinsellik ve ahlak bezirganlığı arasında nasıl sıkışıp kaldıklarını, nasıl “inanılmaz ve güvenilmez” olduklarını, toplumsal normların “insanı kucaklamaya” yetmediğini, en dost olunması gereken yerlerde küçücük çıkarları için insanları -en yakınımızdakiler bile olsa, gözünün yaşına bakmadan- nasıl suçlayıp aşağıladıklarını, harcayıp tükettiklerini görüyor ve yaşıyoruz!

Gerçeğin pek çok tanımı, pek çok yönü, türü, çeşidi olmasına karşın gerçek, olmuş, bitmiş, yaşanılmış ve değiştirilemeyecek olanlardır. Tabi ki, bilimsel gerçekler bunların dışındadır. Duyduklarımız, düşündüklerimiz, hormonların zorladığı yönelişler, hareketler, istekler, arzular gerçek gibi görünse de, zaman, ortam ve koşullar değiştikçe onlar da değişiyorlar. İlk duyumsadıklarımız mı, yoksa zaman, ortam ve koşullar değiştikten sonraki yönelişler, istekler, arzular ve düşünceler mi gerçektir? Doğru olan insanın her iki durumu da yaşamış olmasıdır. Gerçek zannettiklerimizin zaman içerisinde değişerek başka bir boyuta bürünmesi, başka duygu ve düşüncelerin doğmasına neden olması, aslında insan olmanın zenginliğidir.

“Ölesiye” sevdiğimizi söylerken, “onsuz olmaz, onsuz yaşayamam” derken, “benden başka bir kadın, ya da benden başka bir erkek var mı” diye düşünmeye başlamamız, aslında, “kendimizde” duyumsadığımız eksikliğin yarattığı güvensizlik boşluğuna doldurduğumuz kuşkularımız-şüphelerimizdir. Gün geçtikçe büyütür, bir örtü gibi tüm benliğimize sararız kuşkularımızı. Ne kadar çok şüphe, o kadar çok güvensizlik duyarız. Her geçen gün kıskançlık krizlerini yaşar, anaforlarında yanar kavrulur, “aşkın, sevginin” karasevdasında kül oluruz:

Bir türlü uyanmak istemediğimiz bir düştür bilincin örtüsü altında, beynin bir katmanında yaşanan; allayıp pulladığımız bir hayaldir peşinde koştuğumuz ve yakalayamadığımız. Adına “aşk” deriz, “sevda” deriz; mutluluğu “acısında, özleminde” ararız; yaşama öyle anlam veririz.

Zamanla güvensizlik, kıskançlık kendi diyalektiğinde “aldatmayı” besler, büyütür. Mutluluk olan amaç cehenneme dönüşür. Oysa sevgi “emek” ister, sorumluluk ister, özen ve dikkat ister. Bir çiçek, bir bebek ya da gözün nuru gibi korunmayı, beslenmeyi ister. Bu yüzden sevmek zordur. Yunus “sevgi her dem taze olandır” derken bu zorluğu, olanaksız gibi görüneni başarmayı söyler. Sevgi her an, her dakika “taze” olacak ve “el üstünde” tutulmayı bekleyecek.

Sevgi kıskançlık ikiziyle büyürken, kılı kırk yararcasına dikkatli olmayı gerektirir. Kristal vazo kırılırsa, parçalanır dağılırsa bir daha toparlanıp eski haline getirilemez. Bakarsınız sevgi, önemsiz, değersiz, “küçücük” dediğimiz nedenlerle birden düşmanlığa, kine, nefrete dönüşür. Her gün içimizde güzel şarkılar söyleyen, yaşama yepyeni anlamlar katan kuş, ayırtına varamadan canavar olmuş. “Hep haklıyız, hep doğruyuz, hep gerçekçiyiz”, ama sorun giderek büyür ve çözülmez.

“Yanılsamalar” gerçek diye anlamlandırılan duyguların, düşüncelerin “kuşkuların burgacında” nasıl savrulmalara dönüştüğünün öyküsüdür. Aşkın kozasını ören, ateşinde pişen olgunlaşır ve “acısında” mutlu olur. “Yanılsamalar” o “gel-gitleri” anlatır. Roman mı, öykü mü, adı her ise, duyulan, düşünülen ve yaşanılanlardan muhteşem bir kesit.

Yaşadıklarımızın, duyumsadıklarımızın büyük bir kısmını bizim yanılsamalarımız oluşturur. Aşk, sevgi dediğimiz, yakınlaşma duyduğumuz kimi durumlar hormonlarla beyin arasındaki anlamlandırma ve algılama olayının sözcüklere yansımasıdır. Zamanla yeniliğini ve tazeliğini yitirir, alışkanlığa dönüşür ve tükenirler. Küllerinin arasından yeniden doğarlar mı? Duygular hangi bahara kalır, bilinmez. Ya hormonlar, onlar zaten var…                                                               

Bilgi, kültür, sanat, felsefe, edebiyat, tarih pek çok konuyu beyninin mutfağında pişirerek düşünecek ve yazacak kadar içselleştirmişsin. Bu çizgini bozma ve sözcüklerle beslenmeni sürdür, araştır, oku, öğren, hem dünyanı, hem de dünyayı zenginleştir. Özellikle dil… Dil olmazsa duyulan, düşünülen ve yaşanılanların paylaşımı olmaz. Onları anıtlaştıran dildir.

Kitabın okunuşunda yaptığım düzeltileri bilmeni istedim:

Tekraren kullanılmış sözcükleri, anlam güçlenmesi, pekişmesi olanlar hariç, kimilerini ya sildim, ya da değiştirdim. Kimi yersiz, gereksiz gördüğüm cümleleri kaldırdım, ya da kısa kısa cümlelerle yazdım. Bunu yaparken anlatımını zedelememeye özen gösterdim.

Noktalama işaretlerini anlam netliği, anlatım duruluğu kazandırması için yerlerinde kullanmaya çalıştım. Tamlamaların ekleri arasındaki birliğe büyük bir titizlikle özen gösterdim. Yine de gözden kaçanlar olmuşsa-ki, mutlaka vardır- kitap matbaaya verilmeden önce, mutlaka bir kez daha elden geçirilmelidir. “Tamam, oldu” dediklerimiz de dahi eksiklikler görülebiliyor. Zaman aralıkları içerisinde okumak kimi eksiklerin gözümüze takılmasını sağlıyor.

Okuyucuyu ikna etmek, “inandırmak” gibi bir çabanın olduğunu sezinlediğim kimi cümleleri, anlatımları sildim. Bir yazarın “inandırıcı gücü samimiyeti-içtenliğidir.” Sizin anlattıklarınızda içten-inandırıcı olmayan bir yan görmediğim için, -harika bir anlatımınız var-, kitabın-sizin okuyucuyu ikna edici sözlere ve cümlelere ihtiyacınız yok.

Öykünün iç örgüsü çok güzel. İnandırıcılığı yaşanmış kadar gerçek olmasındadır.

Güzel bir kitap olduğu kanısındayım.

Her okuyuşumda ayrı bir zevk, ayrı bir tat aldım.

Okuduktan sonra beni bilgilendirirseniz, sevinirim.