Yıllardır konuşuyorlar, seçim mitingleri, bayram mesajları veriyorlar; zaman zaman da bilgisizlikten deyin, cahillikten, ya da sorumsuzluktan deyin tarihi kişilere saldırıyor, hakaret ediyorlar. Saygısızlık bu kadar olur doğrusu. Aklı, bilimi, teknolojiyi, sanayileşmeyi ön pilana çıkarmıyor, salt siyasi çıkarlar için alabildiğine toplumun kutsallarını sömürüyorlar. Halkı ayrıştırıcı, kandırıcı, algıya dayalı yalan politikalar üretiyor, sosyal, kültürel, ekonomik sorunlar, temel hak ve özgürlükler yerinde sayıyor, üretim, işsizlik, enflasyon, pahalılık ve zamlar can yakıyor, can alıyor, gençler yurt dışına kaçmak için fırsat kolluyor…
Tank yapmışız, otomobil, helikopter, ihalar, sihalar… Asla ve kata küçümsemiyor, gurur duyuyorum. Ancak kurulan fabrikalarda(?) kaç bin işçi, mühendis istihdam edilebildi ve ekonomiye ne kadar katma değer kazandırıldı? Belli değil. Siyaset, bir aylık “gaz faturalarını, Karadeniz doğal gazı müjdesi” diye ödedi. Oysa bilim insanları ve teknokratlar “Laboratuvar çalışmaları sürüyor, ancak olumlu sonuçlar alınırsa gaz, altı ay sonra sisteme girebilir.” diyorlar. Gabar’da petrol bulunmuş. Delil, kanıt yok. Gabar’da, Cudi’de bulunsa bulunsa terörist bulunur. Yalan mı, kim söylüyor, siyaset mi, bilim insanları ve teknokratlar mı? Yalan, her zaman başvurulan ve başarı sağlatan bir yöntem. Söyleyenlerin hiçbiri de rahatsızlık duymuyor konuştukları yalanlardan, ceza da almıyor, yüzleri de kızarmıyor.
Türkiye, Atatürk’ten buyana çıkış yolu arıyor kendine. Atatürkçülük varken yol aranır mı?
Yol Atatürk’ün yolu ve yaptıklarıdır. Yol Atatürk’ün “hedef” olarak gösterdikleridir. Yol Atatürk’ün düşündükleridir. Yol Atatürk devrimleri, Atatürk’ün ilkeleridir. Yol bu bağlamda Cumhuriyet’tir. Deneyim: Yokluklar içinde verilen Kurtuluş Savaşı’dır.
İkinci Dünya Savaşı, yoktan var edilen bir ulusun ve kurulan bir devletin üzerinden, savaşa girilmemesine karşın, tüm değerlerini, tüm gücünü, tüm dirayetini elinden alarak silindir gibi üzerinden geçti. Cumhuriyetin içinden cumhuriyete karşı insanlar, cumhuriyeti değersizleştirecek paradigmalar üreterek devleti ele geçirdiler. Özgürlükler ve insan hakları adına geliştirilen “demokrasi”, ülkeyi Amerika’ya teslim etmekten öte bir işe yaramadı. Kültür ve yardımlaşma antlaşmaları Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapacakken(!) batırdı.
Nitekim savaştan sonra Turuman Doktirini ile gelen Marşal Yardımı, kimi hibe, kimi paralı olmak üzere, Türk sanayisini yok etti. Uçak fabrikası, Tersaneler kapatıldı. Ne ihtiyaç duyulmuşsa Amerika’dan istendi… Türk ordusu NATO’YA teslim edildi. Elliden sonra gelen liderler, Amerika istekleri doğrultusunda geliştirdikleri politikalarla ülkeyi yönettiler. Amerika izin verdiği kadar sağcı-milliyetçi-dinci; Amerika izin verdiği kadar solcu-sosyalist-sosyal demokrat oldular. Ne hikmetse(!), ülkeden kaçan sağcılar, milliyetçiler, dinciler, solcular, sosyalistler, komünistler soluğu Avrupa’da, Amerika’da aldılar; uğruna karşı olarak kavga verdikleri kapitalizmin yarattığı cennette(!) ömürlerini sürdürdüler. Tek başarı Türkiye serumla yaşatıldı, kaynak üretip kaynaklarını kullanamadı.
Demokrasi bilginin, düşüncenin, ilkelerin, birbirlerine saygı gösterdikleri sürece, yasal özgürlüklerin çizdiği çerçevede tüm insanların bir arada yaşadıkları rejimdir. Hiç kimse bir diğerinin görüş, düşünce ve inançlarını kabul etmek, ya da başkalarına dayatmak hakkına, hukukuna sahip değildir. Kim ne düşünürse düşünsün, kim neye inanırsa inansın, hiç kimse, hiç kimseyi kendi inancını kabul etmeye zorlayamaz. Herkes inancını yaşamakta özgürdür ve birbirlerine saygı duymak zorundadır. Laiklik bu hakkı herkese veriyor.
Kimi liderler, çıkarları için, Cumhuriyet’in en çok laiklik ilkesini aşındırdılar.
Dinciliği, mezhepçiliği, ümmetçiliği-milliyetçiliği sömürmek için laikliği, hep “dinsizlik” olarak tanımladılar. Oysa laiklik, devletin bir dine, bir mezhebe mensubiyetini ortadan kaldırarak,
“tüm dinlere eşit mesafede durmayı”, “başka dinlere inananların haklarını korumayı ve sahip çıkmayı” “anayasal ve yasal zeminde garanti etti.”
Oysa kimi liderler, bir şekilde sahip oldukları “parti genel başkalığı” koltuklarını asla bırakmadı, ölene kadar orada kaldı ve “ebedi başkanlıklarını” sürdürdüler. Kimisi de “altı defa gidip yedi defa gelmekle” övündü. Ve ölmeden kurtulmak hep sorun oldu.
12 Eylül Anayasası’nda 80 madde değiştirildi, ama parti genel başkanlarının yetki ve olanaklarına sınır getirilmedi. O günden bu yana genel başkanlar partilerinin tek hakimi oldular. Listelerin hazırlanması, ekleme ve çıkarmaların yapılması, vekillerin sorumluluğu tamamen genel başkanların tasarrufunda kaldı. 12 Eylül’den buyana vekiller millete değil genel başkanlarına karşı sorumludurlar. Vekiller milletin değil, genel başkanların vekilidirler.
Genel başkanlık partilerin kemikleşmesine, değişmezliklerin bir zırh gibi üstlerine geçirilmesine neden oldu. Oysa partiler değişerek, dönüşerek buraya geldiklerini söylüyorlar. Örneğin: “Atatürk’ün partisinin, cumhuriyeti-devleti kuran parti” savı bir avuntudan öteye gitmiyor. “Değişim, değişim” diye geldikleri bu nokta, tam da “yozlaşma” ile açıklanacak bir durumdur. Atatürkçü düşünceye, Atatürk ilkelerine, devrimlerine, özellikle laikliğe, “Tevhidi Tedrisat Kanunu ile Tekke, Tarikat ve Zaviyeleri kapatan Kanuna” dönülmeden, ekonomik şahlanışı tarımda, sanayide gerçekleştirmeden düzlüğe çıkmak hayal bile değildir. Cumhuriyet ve devlet bu kanunların “ilgasından” rahatsız. Kimi tarikatlar ve cemaatler “ihtilal denemesi” yaparken kimi tarikatlar, cemaatler de siyasetin tam da göbeğinde şeriatçı olarak yer alıyorlar. Karşılarında hangi kavga verildi, veriliyor? Asıl değişim Cumhuriyet’in fabrika ayarlarına dönmekten geçer.
Bu kemikleşmiş yapıda genel başkanlar ebedi, cumhurbaşkanları ebedi olacaktır. Hiç kimse sahip olduğu gücü kaybetmek istemeyecektir. Demokrasi, özgürlükler, bundan sonra hak getire. Hangi taraftan bakılırsa bakılsın ilkelere dönülmeden yozlaşma sürecek, “değişim” süreci yozlaşmanın ve yabancılaşmanın önüne geçemeyecektir.
Sevgiyle, esenlikle kalınız…