Yüzyıllar öncesinde yazılıp, yine yüzyıllarca kayıp kaldıktan sonra, ancak adıyla bilinen, Türk dünyasının bilinen en eski Türkçe sözlüğü “Divan’i Lügatü’t Türk” ün; Kaşgarlı Mahmut tarafından 1074 yılında yazılıp devrin hükümdarına takdim edilmesinden sonra başına gelen ilginç olayları değerli okuyucularımız ile bir ibret vesikası olarak paylaşmak isterim.
Bugün bir hazine değerindeki bu eserle ilgili bilmediklerimiz, bildiklerimizden daha çoktur. Araplara Türkçeyi öğretmek ve Türkçenin Arapçadan daha üstün bir dil olduğunu kanıtlamak için yazılan bu eserin, ilk yazıldığı günden bu güne kadar bilinen, tanınan bir eser olduğunu zannederiz ki, bu doğru değildir. Yazıldıktan sonra “Türk dünyası” bu eserden haberdardır ancak esere 1914 yılına kadar herhangi bir yerde rastlamak mümkün olmamıştır. İnanılır gibi değil!
1914 yılına kadar, böyle bir kitap ortada yokken, kitabın varlığından başka insanların yazdığı kitaplardan haberdar olmuştuk. Türk dünyasının çok merak ettiği ve Türk kültürünün hazinesi değerinde olan bu kitap ortalıkta yoktu ama bu kitap, eski maliye nazırlarından Nazıf beyin her nasılsa kütüphanesindeki kitapları arasında bulunuyordu. Nazıf bey bu kitabın ne kadar değerli olduğunu bilmese de, sıradan bir kitap olmadığını da çok iyi biliyordu. Bu sebeple, ölmeden önce bu kitabı yakını olan bir kadına hediye eder ve ona der ki; “Bu kıymetli bir kitaptır. Başın sıkışınca bunu satabilirsin ancak 30 liradan aşağı satma” Bir zaman sonra kadın paraya sıkışır ve kitabı “Sahaflar” çarşısındaki bir tanıdığına verir ve kendisine 30 lira vermek şartıyla kitabı istediği fiyata satabileceğini söyler. Bir gün sahaflar çarşısında gezerken, Türk kütüphaneciliğinin kurucusu sayılan Ali Emiri efendi tesadüfen ya da tevafuken kitabı satış yapacak kitapçının tozlu rafları önünde görür. Çok heyecanlanır ve büyük bir mutlulukla adama 33 lira vererek kitabı alır ve koşar adım evine döner. Ali Emiri bu kitabın değerini bildiğinden, onu her yerde anlatmaya başlar ancak kimselere göstermek istemez!
Bulunan bir kitap değil adeta Türkistan ülkesidir, ondan da öteye belki de bütün cihandır. Çünkü Türk dilinde şimdiye kadar böyle bir kitap yazılmamıştı.
Hatta ortak kanaat şudur ki; Türk dünyası için bu kitap gerçekte cihan hazinelerine eşdeğer bir öneme sahiptir. Haber, Önce İstanbul’da, sonra Türk dünyasında duyulur ve büyük heyecan yaratır. Devrin mütefekkirlerinin bir an önce görmek istediği kitabı, Kilisli Muallim Rıfat efendi inceler ve kitabın noksansız olduğunu Ali Emiri efendiye rapor eder. Kulaktan kulağa yayılan bu haber ünlü Talat paşanın da kulağına gider. Bu eserin yok olmaması için Talat Paşanın teklifi ve Ali Emiri’nin onayı ile kitabın bastırılmasına karar verilir. 25 Ocak 1072 de yazılmaya başlanıp, 10 Şubat 1074 tamamlandığı tespit edilen kitap nihayet ilk tamamlandığı tarihten 840 yıl sonra yeniden bastırılıp, yok olmaktan kurtarılmıştı. Türklük alemi ise tarihinin en büyük hazinesini garanti altına almıştı. Ancak, hikayenin en inanılnaz bölümü ise bundan sonra başlıyor, şöyle ki…
Aslında daha önceleri kitabın orjinalinin bastırılması ve tercümesi ile ilgili yapılan teşebbüsler, bu teşebbüsleri yapanların acımasızca öldürülmesiyle sonuçlanmıştı! İlk girişim Azerbaycanlı Halit Said Hocayev tarafından yapıldı, ancak bu değerli telebbüs hocayev’in ve yardımcılarının 1937 de öldürülmesiyle son buldu. Ardından yine 1937 yılında meşhur Uygur şairi Muhammed Ali, “Divan’ı Lügatü’t Türk’ü” Uygurcaya tercüme ettiği için katledildi ve bütün çalışmaları yakıldı! Bir diğer Uygur bilim insanı Kutluk Şevki, hac yolculuğu sırasında uğradığı İstanbul’dan yeni baskısını alarak ülkesine götürmüştü. Ancak bu hareketi onunda sonu oldu ve öldürülerek, aldığı kitap yok edildi.
Yine Uygurlar 1944 yılında; “Şarkı Türkistan Devletini” kurduklarında, ilk iş olarak “Divan’ı Lügatü’t Türk’ün” tercümesine giriştiler. İsmail Damollam adındaki büyük alim bu iş ile görevlendirildi ancak kısa bir süre sonra, Rusya ile Çin anlaşarak Şarki Türkistan devletini ortadan kaldırdılar ve İsmail Damollam öldürülüp çalışmaları yakıldı. Daha sonra yine Uygur bölgesinde “Sincan Özerk Yönetimi” kuruldu. Bölgenin Kaşkar valisi Seyfullah Seyfullin’in maddi destekleri ile tarihçi Ahmet Ziyai eserin tercümesini tamamladı ve eser baskı için Pekin’e gönderildi. Ancak Pekin bunu “karşı devrimcilik ve Milliyetçilik” sayarak Ahmet Ziyai’yi önce 20 yıl hapse mahkum etti, sonra da öldürdü. Hazırlanan çalışmanın bütün nüshaları da imha edildi.
Bütün bu olumsuzluklardan yılmayan Uygurlar 1960-1963 yılları arasında Molla Musa Sayrani’ye bu çalışmayı yeniden yaptırdılar ancak Sayrani ve yardımcıları öldürüldü! Tercümenin bütün metinleri yakıldı. Bütün bunlara rağmen halkın ve aydınların yoğun isteği ile yine Uygurlar İbrahim Muti’nin yönetiminde 12 kişilik bir çalışma gurubu kurarak 1981-1984 yılları arasında eseri Urumçi de 3 cilt galinde 10 bin nüsha bastırmayı başardı.1990 yılından sonra da, Kazakistan ve Azerbaycan da basılan eder bu gün çok şükür kaybolma ve ortadan kaldırılma tehlikesini atlatmıştır. Ancak elimizde çokça bulunan eseri yok olma tehlikesinden daha büyük bir tehdit beklemektedir ve o da şudur; Türk gençliği ve Türk insanı yaşatılması ve yok olmaması için uğruna bu kadar canlar verilen bu eseri tanımamakta ve okumamaktadırlar!
Kim bilir Rahmetli Talat Paşa da bu eserin bastırılmasında öncülük ettiği için ittihatçı olarak yaftalanıp, 1921 yalında Berlin de, hain Ermeni kurşunları ile şehit edilmişti.
Yazık çok yazık ki; bu millet Türk tarihine altın harflerle geçen ve ilki MS.721 yılında yazılan “Orhun Abidelerinden”de, Bengü taşlara yazıldıktan tam 1202 yıl sonra 1923 yılında haberdar olabilmiştir, o da Danımarkalı W.Thomsen adındaki bir bilim adamı sayesinde.
O zaman haklı olarak insana demezler mi ki; “Türkçe yazıp konuşmak” bizim bütün düşünce kalıplarımızı bozuyor! diye fetva verenler, kendi cehaletleri nispetinde haklı değiller midir!
Çünkü Türkçeden haberdar edilememişler ki!
Bu yazıyı okuduktan sonra, en kısa zamanda “Divan’i Lügatü’t Türk’ü” kitapçıdan alıp okumaya başlamayan dostlarımızın; tarih ve millet önünde sorumluluklarının olacağını paylaşmak isterim.