DUYGU VE SEZGİNİN AYDINLIĞINDA…

Yaşam ırmağında, yaşam seli hiç durmadan öylesine hızlı akar, öylesine derinlikli ve olağanüstü canlılık ve ihtişamı vardır ki… kıyılarını yalayan, durmadan akıp giden suyun sesini adeta kaçınılmaz olarak ta içimizde duyumsarız. Yaşam ırmağından kopuk, bu durgun havuzcuklarımızda bir hareketsizlik, bir durgunluk hâkimdir.

 Bu durgunluk ve değişmezlik belki de çoğumuzun bilinçsiz istencidir! Hiçbir şeyin değişmemesini istemenin amacı; bize zevk veren, keyif veren şeylerin hiç değişmeden olduğu gibi kalması, bize zevk vermeyen şeylerin ise biran önce sona ermesidir. Ancak, bunun yanı sıra ilişkilerimiz ve etkinliklerimizde de tersine bir süreklilik ve değişimin olmasını istemekte ısrar ederiz. Yaşam hiç de böyle durağan olmayıp, değişmeden kalan bir şey değildir.

Gerçek şudur ki; yaşam tıpkı bir ırmağa benzer. Durmadan akar, durmadan kıyılarına ulaşmak, onları keşfetmek, sürüklemek, taşmak için her oyuğa girerek durmadan akar durur
Hiç bir şeyin değişmeden olduğu gibi kalmasını arzulayan bir akıl ve düşünce yapısı, sonunda betimlemeye çalıştığımız, akan ırmağın yanında göllenmiş su birikintisi gibi durgunlaşır. Bir süre sonra da kirlenip bozuşur…

Bir insan kendini arıyorsa, kaybettiği yere bakmalıdır!.. İnsan bilinçli olarak düşünebildiği, güvenle beklediği ve mümkün olduğuna inandığı her şeyi yapabilir. Evren sınır koymaz; biz inançlarımızla sınırlarız kendimizi. Işığın karşısında karanlıklar nasıl kayboluyorsa; iyiliğin karşısında da kötülüklerin, bilgi ve aydınlanmanın karşısında da cehalet ve taassubun yok olacağını biliyoruz

Bilgi ve sezgi, insanlığın 5000 yıl kadar önce dil ile resimleri birleştirerek yazıyı bulmasından, böylece bilginin aktarılmasının ve saklanmasının mümkün hale gelmesinden bu yana her zaman bir ilerleme kaynağı olmuştur..

Bazı düşünürler, beş duyunun dışında başka bilgi edinme yollarının da varlığını kabul etmektedirler. Özellikle sezgi ve ilham bunlardan en yaygın olanıdır. Vahiy de bir bilgi kaynağı olmakla birlikte, inanç faktörüne bağlı olarak kabul edilmektedir.

Her üçü de, genel olarak duyulara dayalı olmayan sübjektif bir kaynaktan bilgi alma yollarıdır. Bu noktada bizi asıl ilgilendiren konu, doğrudan kaynak veya bilgi alma yolunun kendisi değil, alınan bilginin doğruluğunu sağlayan bir metot olarak bunların niteliğidir. Diğer bir söylemle, objektif bir gözleme katılan herkesin, aynı ve sınanabilir sonuçları saptamasını sağlamaktadır.

Bir şeyi bilmek başka, yapabilmek başkadır. Yapabilmek için hem metot bilgisine hem de ”sezgici akıl” a  ihtiyaç vardır. Bergson’a göre ruhun keyfî vasfı, sadece zihnin ince bir melekesi olan sezgi ile kavranabilir Sezgi, elde edilen bilginin kontrol edilmesi şartıyla bir bilgi kaynağı olarak kabul edilmektedir. Yukarıda sözü edilen bilgi edinme kaynaklarından SEZGİ, mevcut ama üzeri örtülü bir hakikatin ani bir içsel hamleyle ortaya çıkarılması, İLHAM ise, kişinin içine doğan yaratıcılık olarak tanımlanabilir.

Bu durumda, tartışmalı olmakla birlikte, iki tür bilginin varlığı kabul edilmektedir. Bunlar deney ve gözlemle ortaya konabilen objektif bilgi ile ilham, sezgi ve vahiyle edinilen sübjektif bilgidir. Bilimsel bilgi ise, kaynağı ne olursa olsun sınanabilir ve objektif hale dönüştürülmüş bilgidir. Objektif (nesnel) bilgi, gözlem ve deney yoluyla, sübjektif (öznel) bilgi ise ilham, sezgi, vahiy gibi vasıtalarla edinilir.

Bilgiye ulaşmak ve hakikati gerçekten vicdanında arayabilmek için insanın ahlâk yüceliğine erişmiş, kusur ve zaaflarından arınmış, hırs ve ihtiraslarını dengelemiş, toplumsal erdemlerle donanmış olması gerekir.

Bilgi, nesnenin kendisinden başlar, duyularla algılanır. Doğa sonsuz olduğu içindir ki, bilgi süreci de sonsuzdur. Edinilen bilgi de aynı kazanılan servet gibidir; mülkiyeti özel olmasına rağmen faydası, “intifa hakkı” geneldir.

 Bireyin elde ettiği bilgi kendi tasarrufunda olmasına karşın, bu bilgileri kendinde saklı tutamaz. Bilginin aktarılması ve toplumu bu bilgiden yararlandırmak esastır. Bilgi de, sevgi gibi paylaşıldıkça artar. .Bilgi, tıpkı kültür ve uygarlık gibi tüm insanlığın ortak malıdır.

Bilgi ve dolayısıyla evrimin sonu ve sınırları yoktur. Sürekli çalışmak ve ilerlemek gerekir. Önce akıl ve duyu organları ile bilinenler ve öğrenilenler deneyle kanıtlanarak bilimsel bilgiye dönüştürülür ve bunun ötesinde, yani aklın sınırları dışında kalanlar sağduyu ile algılanır ve hissedilir. Günümüzde aklın da sınırları artmıştır; ama ötesinde hala bilinmeyen sonsuzluk vardır.

İnsanoğlu öyle ilginç bir yaratıktır ki, asırlardır süregelen bilgiyi elde etme uğraşısında, hem büyüyü kullanmış hem bilimi; hem simyayı, hem kimyayı; bazen din bazen de felsefe ona yardımcı olmuş bu mücadelesinde. Oysaki insanda var olduğu ve düşünmeye başladığı günden beri içinde hep; “nasıl?” sorusundan ziyade “neden?” sorusunun yanıtını araştırma ve bulma özlemi vardır.

Bir yolculuktan ibaret olan insan hayatı içinde sezgilerin rolü gerçekten büyüktür. Sezgilerin yardımı ile ancak, hayatın parçaları birbirleri ile bütünleşebilir. Her insan böyle bir yolculuk süreci içinde bilinçli veya bilinçsiz olarak sezgilerinden faydalanarak yolculuğuna devam ede gelmektedir.

Sezgiye dayalı bu yolculukta doğru seçim yapabilmek için, beynin sol ve sağ bölümlerini dengeli olarak kullanmak gerekir. Sol beyin, bilgi ve veri depolar. Sağ beyin ise, duyguların ve sezgilerin merkezidir. İşte bu iki beyni dengeli bir şekilde kullanmak sezgileri güçlendirir.

 Duygu ve sezginin bileşimi kişiyi bilgeliğe götürür. Sezgi kullanmada yetkinleşmenin anahtarı, kalple ve gönülle bağlantı kurmaktan geçer.

Bu da ancak insanın kendi iç sesini dinlemesi ile olanaklıdır dostlarım…