Osmanlı Devleti’nin ilginç uygulamalarından biri de “Surre” göndermekti.
Surre?
Osmanlı padişahları Yavuz’dan itibaren Harameyn unvanını da kullanmaya başladı.
Zira Yavuz Sultan Selim, Halep’i aldıktan sonra okunan ilk hutbede kendisi için, “Hadimu’l Haremeyni’ş Şerifeyn” yani kutsal Mekke ve Medine’ye hizmet eden unvanı kullanıldı.
Osmanlı sultanlarının, Hadimu’l Haremeyn sıfatıyla yürüttükleri önemli görevlerden biri de “Surre” göndermekti.
Surre, arapça para kasesi anlamındadır.
Osmanlı Devleti’nin Mekke ve Medine’ye göndereceği paralar bir keseye konulup gönderildiği için bu etkinliğe “Surre gönderme” denmiştir.
Aslında bu uygulamaya Yavuz’dan önce de rastlanır.
Hac döneminde Haremeyn’de (Mekke-Medine ) yaşayanlara dağıtılmak üzere para gönderilmesi uygulaması Çelebi Mehmet döneminde başlamıştır.
II. Murat ve II. Bayazıt’ın da sure yolladığı bilinmektedir.
Bu uygulamanın düzenli bir hal alması Yavuz dönemiyle başlar ve giderek “Surre Alayı” denilen çok görkemli bir törene dönüşür.
Her yıl yenilenen bu törenler adeta bir dini ritüel coşkusuyla uygulanırdı.
Surre uygulası, Osmanlı Devleti’nin Haremeyn’e gösterdiği ilginin yansımalarından sadece biriydi.
Osmanlı Devleti’nin “Surre” geleneği dışında, Hicaz’la ilgili parmak ısırtan onlarca uygulaması vardır.
Bunlardan bazılarına değinmek isterim: Hicaz, gelir getirmeyen buna karşılık gideri çok olan bir eyaletti.
Osmanlı Devleti, Mısır gelirlerinin büyük bir kısmı Hicaz Eyalet’ne tahsis edilirdi. Ayrıca Osmanlı Kabe’yi her yıl gül suyu ile yıkama geleneği başlatmış ve örtüsünü altın ibrişimle işlemiştir.
Ama en önemlisi Osmanlı Devleti Hicaz’dan hiç vergi almamış ve asker toplamamıştır.
Bu ve benzeri uygulamaların Arap dünyasında unutulduğunu görmek, tarihi bir acı olarak ortada duruyor.
Osmanlı Devleti dağılma sürecine girince, işe yarar umuduyla Osmanlıcılık siyaseti izlemiş ancak umduğu sonuca ulaşamamıştır.
Buradan yola çıkan II. Abdülhamit zaman zaman İslamcı siyaset izleyerek çözüm arayışlarını sürdürmüştür.
Dolayısıyla Padişah, İslamcı siyasetin gereği olarak Hilafeti önemli bir koz olarak görüyordu.
Bu nedenle II. Abdülhamit Halife-i Ruy’i Zemin, (Yeryüzünün Halifesi) Zıllu’l Lahi Fi’l-Arz ( Allah’ın Dünyada ki Gölgesi ) gibi dikkat çekici unvanlar kullanarak başta Hicaz’ın ve bütün İslam dünyasının ilgisini ve desteğini almak istemiştir.
Nihayet Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’na girerken büyük umutlarla “Cihad-ı Ekber” ilan etti.
Buna dair fetvalar ve hattı hümayunlar yayınladı.
Surre Alaylarıyla başlatılan ve diğer fedakar tutumlarla devam ettirilen uygulamaların geri dönüşü, ne yazık ki büyük hayal kırıklıkları yaratmıştır.
Zira ne II. Abdülhamit bu anlamda ciddi bir destek alabilmiş, ne de dünya savaşında cihadın olumlu yansımaları olmuştur.
Beklentilerinin gerçekleşmeme sebebini anlamaya çalışan Osmanlı Devleti, son tahlilde “Şerif Hüseyin” isyanıyla karşılaşarak hüsranların en büyüğünü yaşamıştır.
Anlaşılan odur ki Surre Alayları dolu gitmiş, ancak boş geri dönmüştür.
Hatta boş dönmemiş Osmanlı için sömürgeci suçlamalarıyla doldurularak “Vefa Tarihinin” unutulmaz alanını oluşturmuştur.