“Bir Osmanlı kültü” yaratılmaya çalışılıyor. “Osmanlı bizim atamızdır. Bilimde, sanatta, mimaride, savaşta, adalette üstüne yoktur.” / Osmanlı atamız diyeceksek, Moğol istilasından sonra parçalanan Selçuklulardan arda kalan “Germiyanoğulları, Karesioğulları, Menteşeoğulları, Aydınoğulları, Sahip-Ataoğulları, Saruhanoğulları, Eratnaoğulları, Ramazanoğulları” neyimiz oluyor acaba? Bir DNA testi yaptırsak, kan bağımızın hangi “sülaleye” ait olduğunu daha net öğrenmiş olmaz mıyız? O zaman tartışma kesilirdi.

Derdimiz millet olmak mı, bir sülaleye aidiyetimiz mi? Üstelik ne sülale…/ Anadolu Selçuklu devleti kurulmadan önce yaşayan Birinci Beyliklerden Ahlatşahları, Artukluları, Danişmentlileri ve Saltukları söylemiyorum. / Osmanlı, Türk milletinin “bir sülalesidir”, anaları köle pazarlarından satın alınan ya da ganimetlerden seçilen kadınlardan çoğalan bir aile… Millet değil, Anadolu’daki bir yığın sülaleden sadece biri. Sülalenin dili(?), milletin dili olmaz.

İlber Ortaylı “Osmanlı diye bir insan yoktur, Türk vardır, Çerkez vardır, Kürt vardır, Gürcü vardır ama Osmanlı yoktur.(…)Osmanlı bir millet değil, bir ailedir” diyor ve ekliyor: “Kendi soyunu inkar edip de taht sahibinin boyunduruğu altına girmeye heves edenlerin vecizesidir. / Ancak kul, köle olmayı bilenlerdir bunlar. ‘Osmanlıyım’ diyenler bunları da bilmek zorunda!”

“Milli kimliğimizin ve hafızamızın nişanesi olan Türkçe” diye konuya giren insan, dilin ulus yaşamındaki yerini biliyor demektir. Ancak “altı yüz yıllık” millet olmayan Osmanlının kullandığı Osmanlıca, Türkçe değildir. Ulusa yabancı, yozlaşan bir ailenin-zümrenin kozmopolit dilidir. Osmanlıcaya Türkçe demek insanları aldatmak, kandırmak içindir.

Bu konuda İlber Ortaylı diyor ki: “600 yıl boyunca Türkçenin ırzına geçilmiş, Osmanlıca denilmişti. Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler, Levanten terimler dilimizi istila etmişti. Kelimelerin yalnızca %5 kadarı Türkçeydi. Arap alfabesiyle Türkçeyi yazmaya çalışıyorlardı.”

Böyle bir dil, “milli kimlik ve milli hafıza” oluşturmaz. Ama “kimliğinden koparılmış, salt dinsel kimlikle Müslüman olduğunu söyleyen, yoz, kozmopolit bir topluluk oluşturur. Bu topluluk Türklerin “atası” değildir. Çoklukla sözcükler Arapça olduğu için “toplumun dile dayalı milli bir kimliği-bir milli hafızası” yoktur; olduk kadar tebaanın bir bölümü “ümmet” topluluğudur. Bir topluluğun millet olmasında, en etkin faktör anadildir, dilin yarattığı yazılı-sözlü kültürdür. Osmanlı’da-Saray’da Türk yoktur, Türkçe yoktur, Türk kültürü yoktur ki, bir “milli kimlikleri, bir milli hafızaları” olsun.  

Osmanlı’nın “halkı eğitmek, toplum yapmak” gibi bir sıkıntısı hiç olmadı. Devlet, halkı eğitmek için hazinesinden bir kuruş ayırarak okul yaptırıp açtırmamıştır. Yaptık kadar bu işi tarikatlar, cemaatler, vakıflar yapmıştır. Osmanlı, okul açıp dar çevresini, devşirmeleri yetiştirmiştir.

Eğitim-öğretim dendiğinde Osmanlı’da akla ilk gelecek olan yer saraydır, Saray halkıdır. Bunlar da Padişah çocukları, sarayda hizmet verenler, cariyeler ve devlette çalışacak-memur olacak devşirmelerdir. Türkçeyle değil, Arapçayla-Farsçayla eğitildiler, Arap ve Fars tarihi, kültürüyle yetiştirildiler; son zamanlara doğru da Fıransızca ve Fıransız kültürüyle beslendi Saray, hizmetçileri ve çevresi… Türkçe, Türk kültürü, Türk tarihi kapısından içeriye girmedi.

Enderun’da yetiştirilenler çoğunlukla “devşirme” oldukları için kaliteli eğitilerek devlette görev alacak düzeye çıkarılmak zorundaydı. Aynı eğitim halka verilmedi. “Çapulcu, ayaktakımı” olarak görülen “idraksiz Türkler” zaten saraya sokulmadı, Fatih’ten sonra devlet yönetiminde de görev verilmedi. Bu yüzden eğitilmelerine gerek duyulmadı.

Halk, tebaa idi, tebaa yani “sürü”, başta padişah olmak üzere tüm devlet yetkilileri de “çobandı.” Bunun için halkın eğitime ihtiyacı yoktu. Eğitim “çobanlık yapacak olanlara verilirdi. Devlet dairelerinde görev alacak olanlara; onlar, bilmek öğrenmek zorundaydı. Ancak kimi paşalar, vezirler, sadrazamlar okuma-yazma dahi bilmezlerde. Yedi Sekiz Hasan Paşa bunlardan biriydi. Halk, anlamını bilmese de, dinin ritüellerini yerine getirse yetiyordu. Bunu da yarı buçuk bilgisi olan “mollalar” Medrese-Kuran kursu” adı altında yapıyorlardı.

Halk o denli cahil bırakılmıştı ki, beslendiği tek kaynak Kuran olmasına karşın anlamını bilmiyor, “dinin yerini hurafeler dolduruyordu. / ” Cumhuriyet kurulduğunda halkın okuma-yazma oranı %4’tü, bunun büyük bir kısmını “Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler” oluşturuyordu. Hele kadınlar arasında okuma-yazma %07 gibi komik bir rakamdı. Halkın yüzlerce yıllık cahil bırakılışını görmezden gelenler, Harf Devrimini eleştirmek için “bir gecede cahil bırakıldık” iddialarıyla Cumhuriyeti karalamaya kalkıyorlar. Oysa halk bin yıldır cahildi, görmüyorlar.

Bakınız kütüphanesini Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesine bağışlayan ünlü tarihçi İlber Ortaylı ne yazıyor? “İbrahim Müteferrika’dan başlayarak 150 yılda basılan toplam kitap sayısı (…) yalnızca 147’ydi ki, zaten ülkeye matbaayı getiren Abraham Müteferrika da Macar kökenli bir devşirmeydi. / Oysa Gutenberg’in çalışan ilk matbaasından sonra, yani 1453’ten 1850’ye dek 400 yılda Avrupa’da 8 milyon kitap basılmıştı. / Voltaire bir kitabında şu belirlemeyi yapmıştı: İstanbul’da bir yılda yazılan kitaplar, Paris’te bir günde yazılanlardan daha azdır.”

“Millet bir gecede cahil bırakıldı” diyenler Karamanoğlu Mehmet Bey’in “bundan geru dergahta, bargahta, meydanda ve mecliste Türkçe konuşulacaktır” çığlığına hiç kulak vermediler. Belki “cehaletin ne olduğunu” o zaman daha iyi anlarlardı.

Sevgiyle, esenlikle kalınız…