Siyasetin, dolayısıyla da siyasetçinin ülkemizde son yıllarda seviye kaybettiğini üzülerek görüyoruz. Her ne kadar “üzülerek” diyorsam da; ortada dolaşan “değişen Türkiye” söylemlerine “uygun adım” mıdır bu bana ters görünen manzara; ona da yorum yapmıyorum. Ama ne olursa olsun; “değişim” denen şey/olgu, toplumsal “yenileşme eylemi”; yaşanan ortama daha bir boyut/güzellik kazandırma çabası olarak yaşandı bugüne değin tarihte...
Kendi gerçeklerimize uygundu, değildi ayrı konu…
Osmanlı döneminde Batı’dan gelip kapımıza dayanan "yenilikler” böyle bir anlayışın düşüncesiydi. Düşüncesiydi, ama ortada farklı bir algılama yaşandı o dönemde. Aydınlar, Batı’nın toplumsal yenileşme/gelişme eylemlerini izleyip ülkeye hemen/öncelikle kazandırılmasında ısrarcı olurken; sarayın/yönetimin bu isteği zamana bırakma anlayışının yaşandığını tarihten biliyoruz. Bu konuda, o dönem aydınlarının da “yenilik” ısrarları nedeniyle bedel ödediklerini, kimilerinin zindanlara atıldığını, kimilerinin yurt dışına kaçma durumunda kaldığını, kimilerinin de “yenileşme inancı” uğruna can verdiğini tarih yazdı ne yazık ki.
Sonuçta ülkede “yenileşmeye/yeniliklere kapalı bir dönem” yaşandığından; Batı’nın her alandaki ileri adımları yüzlerce yıl sadece seyredildi. Kendi alanımızdan örnek vereyim: Matbaa bu ülkeye kaç yüz yıl sonra geldi?
Mutlakiyet… Meşrutiyet gibi yönetimsel anlamda alçak uçuş, yumuşak iniş denemeleriyle geçiştirilen yılların ardından gelen Birinci Büyük Savaş ve ardından İkinci Büyük Savaşın toplumu yönetme/yönlendirme anlamında tartışılan konuları -pek de- gündeme gelmedi denilebilir. Sadece Cumhuriyet’e geçişte TBMM’de yaşanan tartışmaları savaştan çıkmış bir toplumun, önemsemediğinden değil; geçim kaygıları nedeniyle sadece izlediğini, seçtiği mebuslara/milletvekillerine “Onlar bilir…” tam güveninin olduğunu biliyoruz. Bu yeni dönemde Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’ün iki kez “Çok Partili Sistem” denemesi yapmasına karşın; kimi olumsuzluklar nedeniyle yönetimsel anlamda getirilmek istenen “yenilik”, yani “demokratik düzen”in de maalesef gerçekleşemediğini unutmuyoruz.
Atatürk’ün 10 Haziran 1937 tarihinde Trabzon’a yaptığı son ziyaretinde kentin eşrafı/ileri gelenleri ve halkla yaptığı toplantıda Serbest C. Fırkası’nın kapatılma konusu konuşulduktan sonra “Çok Partili Düzen”e ne zaman geçileceği merak edip sorulduğunda Cumhuriyet’in kurucusu “- En erken 20 yıl sonra…” şeklinde açıklama yapmıştı. Bu konuda; Trabzonlu gazeteci Rahmetli Cevdet Alap’ın “Bir Ömür Bir Şehir” adı altında kitaplaştırdığım anılarında geniş bilgi bulunuyor.
Çok eleştiri alan, ama sonuçta 1946 yılında “demokratik düzen”e geçişte ilk adımın atılıp sona erdirilen “Tek Parti Dönemi” için yarım yüzyıl sonra eleştiri yapan siyasetçiler bu son yönetimsel anlamdaki “yenileşme” hareketi için karar veren kadronun ne denli demokrat, yurtsever, ulussever davrandıklarını nedense anımsamak istemiyor, unutuyorlar. Ayrıca demokrasiye, çok partili siteme geçiş bir anlamda Atatürk’ün de vasiyeti değil miydi siyasetçilere?
Bugün kimi siyaset adamları bu gerçeği gözardı edip sırf bir dönemin yöneticilerini/siyasetçilerini “karalama sevdası”na kapılıp “siyasi ikbal/gelecek” peşinde koşmalarının yanlışlığını “Demokrasi Tarihi”miz yazmayacak mı sanıyorsunuz?
Demokratik düzeni çağdaş kurumlarla geliştirip yurttaşı bu alanda özlemlerine kavuşturmak öncelikle siyasetçinin görevidir. Hangi alanda olursa olsun rakibini aşağılayarak, karalayarak bir yere, başarıya ulaşmaya çalışanların yarın bakacakları aynayı bugünden çamura buladıklarının farkında bir olabilseler.