Asırlara hükmeden bir milletin 20.yüzyılın başlarında büyük problemlerle savaşmak zorunda kaldığını tarihler yazmaktadır. Dünyanın değişik coğrafyalarında farklı yüzyıllarda birçok devlet kurarak, insana ve insanlığa hizmet etmiş atalarımız nihayetinde son imparatorluğunu Anadolu coğrafyasında kurarak ayni idealler için üç kıtada gönüller fethetmiş, dünya medeniyetine de önemli katkılarda bulunmuşlardır. Ancak 15. asrın ortalarında bulunan Matbaa ve 16. asrın başlarından itibaren dünyayı etkisi altına alan Coğrafi keşifler, Rönesans ve Reform hareketlerinin getirdiği yeniliklerden ve yenileşmelerden uzak kalındığı için, insanlığa hizmet etme gücümüzün ve de çalışmalarımızın zayıflamaya başladığını biliyoruz. Savaşlarda elde edilen zaferlerin getirdiği ganimet bolluğu, üretim ve sanayi alanındaki yenileşmeler ile desteklenemeyince, 16. yüzyıldan itibaren “aydınlanma çağının” ve 19. yüzyılın başlarından itibaren de , “sanayileşme devriminin ”getirdiklerine imparatorluğumuz sahip olma isteğinde bulunduysa da bu alanda çok geç kalındı ve istenilen yenileşme sağlanamadı.
Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden sonra Osmanlılara geçen Hilafeti temsil etme anlayışının, İslam coğrafyasından getirttiği âlimlerin, zamanın ruhunu okuyamamaları ve verdikleri eksik ya da tartışmalı fetvalar ile gelişmeleri gereğince takip edemedikleri için imparatorluk yorgun düştü. 19. yüzyılın başlarından itibaren bu yorgunluğun giderilmesi için yapılan çalışmalar yeterli olmadı ve Osmanlı imparatorluğu yıkım ve dağılma sürecine girdi. Tanzimat, Meşrutiyet, Anayasa, çok partili siyasi hayata geçiş gibi gelişmeler imparatorluğu kurtarmaya yetmedi. Sonunda; koca imparatorluk, sebebi olmadığı 1. dünya savaşı sonunda tarih sahnesinden çekilmek zorunda kaldı.
Bu çekilme, tarihte 16 imparatorluk, 124 devlet kurmuş bir millet için elbette ki bir son değildi. Dağılmış bir ordudan, cepheden cepheye koşmaktan yorulmuş bir milletten yeni bir heyecanla, işgale uğramış bu vatan topraklarında yeni bir devlet kurmak gerekti. Bunun için Mustafa Kemal ve silah arkadaşları “ya istiklal, ya ölüm” diyerek Anadolu topraklarında yeniden bir devlet kurmak için ant içtiler. İşgal altına alınan İstanbul’da bulunan padişahın hareket alanının kalmadığını gören Mustafa Kemal, bütün devlet erkânı ile uzun görüşmeler yaptıktan sonra, hazırlıklarını yaparak Anadolu’ya geçti. Çoban ateşleri gibi Anadolu’nun her tarafında kurtuluş için “müdafai hukuk cemiyetleri” kuruldu. Halk bilinçlendirildi. Düşmanın ısrarlı ve aldatıcı propagandalarına karşı birlikte hareket edildi. Halkta kurtuluş ümidi yeşertildi ve mücadele azmi güçlendirildi. Bunu gören düşman unsurları ülkemize dört bir yandan saldırmaya başladılar. Doğuda Ermeniler, Güneyde Fransızlar ve İtalyanlar, Batıda Yunanlılar harekete geçti. Bütün olumsuzluklara, silah eksikliğine, teçhizat yetersizliğine rağmen, vatan için yüksek inanç ve ideallere sahip olan milletimizin desteklediği milli güçlerimiz her cephede düşmanlarımızı yenmeyi ve vatanımızı işgalden kurtarmayı başardı. Asırlardan beri yeterince eğitilememiş, dünyadaki gelişmeleri okuma becerileri kazandırılamamış Türk insanının bu dar alandan çıkması için birçok çalışmanın yapılması gerekiyordu. Mustafa Kemal Lozan anlaşması ile yeni kurulan devletin tapusunu uluslararası kabulcülerden aldıktan sonra, bundan tam 99 yıl önce, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan etti.
Düşmanlarımızın bütün ihanetlerine ve mevcut yönetim anlayışının ihmallerine rağmen yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş anlamda en kısa sürede güçlendirilmesi için, çağı anlayan ve yakalayıp atlayan birçok yenilikler yapıldı. Eğitim seferberliği ilan edildi. Geçmiş asırlarda sadece bir eşya olarak değersizleştirilen kadınlarımıza layık olduğu değer verildi ve onlar hayatın her alanındaki çalışmalara iştirak ettirildiler. Fabrikalar, demir yolları, karayolları, limanlar, okullar, hastaneler yapıldı. Emperyalist devletlerin işletmesinde bulunan bütün kurumlarımız ve madenlerimiz millileştirildi. İnsanımıza, kadın-erkek seçme ve seçilme özgürlüğü tanındı. Yıkılan imparatorluktan arkaya kalan büyük miktardaki borçlar taksitlendirilerek ödenmeye başlandı. Bu muhteşem gelişmeler Mustafa Kemal Atatürk ve onun kader arkadaşlarının çalışmalarıyla gerçekleştirildi. Milletimiz “dinini öz kaynağından öğrensinler” diye Yüce Kur’an’ın meali, büyük âlim Elmalılı Hamdi Yazır’a hazırlatıldı ve bizzat parasını Atatürk vererek, 15 bin takım bastırılıp halka dağıtıldı.
Bu gün gelinen bu noktada; çağdaş Türkiye’nin aydınlık insanları olarak, Cumhuriyetimizin getirdiği imkânlardan yararlanarak, vekil olan, bakan olan sorumluluk makamında bulunan insanların, akıl almaz bir şekilde Türkçe ’ye düşmanlık etmeleri, Cumhuriyetimizin” toplumun bütün düşünme setlerini” yok ettiğini iddia etmelerini hayretle ve büyük bir üzüntü ile seyretmekteyiz. Unutulmamalıdır ki; Türkçemiz, annemizin ağzımızdaki sütü değerindedir ve binlerce yıldan beri olduğu gibi ebediyen de bu şanlı milletin ses bayrağı olmaya devam edecektir. Asırlar önceki fikirleri ile bu günkü toplumları bile etkileyen, Bilge Kağan, Kültigin, Yolluğ Tigin, Dede Korkut; büyük âlimler; İmam Maturidi, Ahmet Yesevi, Farabi, İbn’i Sina, Yunus, Karacaoğlan Türkçe konuşup, Türkçe yazıyorlar, Türkçe düşünüp, Türkçe seviyorlardı. Bu tür yanlış söylemlerde bulunanlar bu milletin hafızasından silinip gideceklerdir.
99. kuruluş yılına ulaşan Cumhuriyetimiz ilelebet payidar kalacaktır. Müjdeler olsun ki; bizler var oldukça ve cumhuriyetimizin kazanımlarına sahip çıktıkça; “battığı yerde doğan güneşimiz olan Cumhuriyetimiz” geleceğimizi aydınlatmaya devam edecektir.