İnsanın kendisini üzen, zora sokan koşulları içselleştirip savunması ve bu koşulları yaratan nedenleri görmemesi, ezenin yanında yer alması “Stockholm Sendromu” olarak da tanımlanıyor olsa da… Siyasal ve Toplumsal olaylar karşısında, halkımızın “Celladına Âşık Olma“ diye tarif ettiği “nevrotik” bir aşkın ifadesidir.
Stockholm Sendromu ilk kez, İsveç’in başkenti Stockholm’de yaşanan bir olay nedeniyle, Psikiyatr Bojerot tarafından vakaya konulan tanıyla tıp literatürüne girip, adını tüm dünyaya duyurmuştur…
Olay 1973 yılında Stockholm’de bir banka soygunuyla başlar. Soyguncular dört banka görevlisini 6 gün boyunca rehin tutarlar. Bu süreç içerisinde iyi davranılır ve aralarında bir bağ kurulur. Bu bağ öylesine bir dayanışmaya dönüşür ki; polisin bankaya operasyon düzenleyeceğini fark eden rehineler soyguncuları uyarırlar. Rehineler olay sonrasında yakalanan soyguncular aleyhinde ifade vermekten kaçındıkları gibi, soyguncuların avukatlık ve savunma giderlerini karşılamak için aralarında para toplarlar. Hatta içlerinden banka görevlisi bir kadın nişanlısını terk ederek, ilgi duyduğu soyguncunun hapisten çıkmasını bekler ve onunla evlenir. Olay “soyguncular bankadan para çalamadılar ama bazı insanların kalbini çaldılar” yorumlarına neden olmuştur.
Bu olayın ardından ikinci vaka, 1974 yılında Patty Heartst adında milyoner bir kadının terörist bir grup tarafından kaçırılmasıyla gerçekleşir. Kaçırılan kadın iki ay sonra kendisini kaçıran teröristlerle birlikte bir banka soygunu yaparken yakalanır.
2001 yılında gerçekleşen bir diğer vakada ise; Yvonne Ridley adındaki İngiliz kadın gazeteci, Afganistan da Taliban örgütü tarafından kaçırılır. 11 gün boyunca örgüt militanlarına direnen ve yemek yemeyen Ridley sonunda İslam dinini incelemesi karşılığında serbest bırakılır. Serbest kalan gazeteci 2003 yılında Müslüman olur.
Ve günümüze gelindiğinde; Tanısı henüz konulmamış toplumsal bir Sendromun sonuçlarını; sanırım konunun uzmanlarının kendi kaygı ve korkularından arındığı, ucu açık bir zaman sürecinin nihayetinde, ete kemiğe bürünmüş bir şekilde öğrenmiş olacağız!
Yukarıdaki vakaları irdelerken tabii ki “korkunun insani bir duygu olduğu“ gerçeğini göz ardı etmek söz konusu değildir. Ancak; devamlı şiddete maruz kalmanın bir sonucu olarak kurbanlar saldırganla özdeşleşmeye ve bir hayatta kalma stratejisi olarak onun için hareket etmeye başlayabilir. Kurbanı iradesinin saldırgana bağlı olması gönüllü bir karar değil, şiddetin doğrudan bir sonucudur.
Şiddeti uygulayanın ilk hedefi kurbanı köleleştirmektir ve bu amaca kurbanın hayatının her alanında despotça bir denetim kurarak ulaşır. Ancak salt boyun eğme onu nadiren tatmin eder; suçlarını haklı göstermenin psikolojik ihtiyacı içindedir ve bunun için kurbanının onayına ihtiyaç duyar. Bu yüzden durmaksızın kurbanından saygı, minnet ve hatta sevgi göstermesini talep eder. Saldırganın nihai hedefi GÖNÜLLÜ BİR KURBAN yaratmak gibi görünmektedir.
Bu Sendromun ortaya çıkmasının temel nedeni, hayatta kalma içgüdüsüdür. Dış dünyadan tamamen soyutlanan kurban, ihtiyaçları için kendisine baskı yapan kişiye bağımlı olduğunu hisseder. Saldırganın yaptığı küçük iyilikler kurbanın gözünde büyür, zamanla kurban kendisini saldırganın yerine koyup olayları onun gözünden görmeye, yaptıklarına hak vermeye başlar. Ondan artık tehlike görmeyeceğini, yaşamının ona ait olduğunu düşünür ve aksi durumda oluşabilecek şiddet ihtimalini bilinçaltına iter.
Kurban tarafından baskıcının şiddet eğiliminin tamamen göz ardı edilmesi sonucunda, içinde bulunulan tehlike de reddedilir. Kurban, tek olumlu ilişkisinin şiddet gösteren ile kendi arasında olan olduğunu düşündüğü için bu ilişkiyi de kaybetmek istemez ve dolayısıyla saldırgandan ayrılması gittikçe zorlaşır.
Bu ve benzeri Sendromlar salt kişiler ve guruplar arasındaki ilişkilerde ortaya çıkmaz. Toplumların ayrıştırılıp, ötekileştirildiği… kamplara ayrılıp çatıştırıldığı büyük ölçekli olaylarda daha bir ivme kazanır ve tedavi süreci aynı ölçüde zorlaşır. Bundan dolayıdır ki; Baskı ve zorbalığa karşı insanların bir büyük kalkışma içine girmemesi adına, İkinci Paylaşım savaşının ardından İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ilan edilip tüm dünya devletlerince kabul görmüştür.
Özetle… demokrasilerde erki elinde bulunduran siyasi elit, baskı ve şiddeti öteleyip, toplumu ayrıştıran her türden yaklaşımı engelleyici tedbiri almakla ödevlidirler. Hal bu iken Referandum startının hemen akabinde Sayın Başbakanın her zamanki gülümsemesinin ardından “İtaat Edin Rahat Edin” diyerek seslenişi, hem demokratik teamüller, hem de sosyoloji bilimi açısından ziyadesiyle düşündürücü bulunmuştur.