Osmanlı’nın 1683’te başarısızlıkla sonuçlanan II. Viyana Kuşatması’ndan sonra kademeli şekilde batıdaki topraklarında gerileyişi siyasî, ekonomik ve askerî yetersizlikleri gün yüzüne çıkarmıştır. Bu süreç 19. yüzyılda Osmanlı topraklarının uluslararası büyük güçlerin hesaplaşma ve paylaşma alanlarını meydana getirmesiyle sonuçlanmıştır. Düvel-i Muazzama denilen İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya’dan oluşan Batılı Büyük Devletlerin her biri kendi çıkarları doğrultusunda Osmanlı üzerinde planlar kurmuştur. Osmanlı ise modernleşme hamleleriyle başta askerî alan olmak üzere devletin her kurumunu geliştirmek ve güçlendirmek istemiştir. Bunu da Batılı devletlere rağmen yapmaya çalışmıştır. Zira Batılı devletler hiçbir zaman Osmanlı’nın yeniden güçlenmesini arzulamamıştır. Osmanlı siyasî ve askerî olumlu bir adım attığında Düvel-i Muazzama dış veya iç kaynaklı mesele yaratmış, eğer mevcut mesele varsa onu kaşıyıp büyütmüş ve devleti uluslararası arenada zor duruma düşürmeye çalışmıştır. Böyle zamanlarda İstanbul’daki Batılı devletlerin elçileri ya hariciye nazırı veya sadrazamı konaklarına çağırarak ya da kendileri Bâb-ı Âlîye giderek Osmanlı Devleti’ne yaptırım kararlarını dikte ettirmişlerdir. Bu noktada Sultan II. Abdülhamid döneminde yaşanan siyasî gelişmeler oldukça dikkat çekicidir.
II. Abdülhamid’in tahta çıktığı ilk yıllarda onun diplomatik tecrübesizliğinden istifade eden İngiltere 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında toplanan ve Osmanlı’yı ağır şartlarla karşı karşıya bırakacak Berlin Kongresi’nde Osmanlı’yı destekleyeceğini taahhüt ederek Kıbrıs’ın geçici olmak kaydıyla kendilerine bırakılmasını istemiştir. Eğer bu istekleri reddedilirse de İngiliz donanmasının Boğazlar önüne geleceği tehdidinde bulunmuştur. Neticede bu yaptırımla Kıbrıs hukuken Osmanlı’nın olmasına karşın fiilen İngiltere’nin egemenliğine geçmiştir. Bu meselenin II. Abdülhamid tarafından tecrübe edilmesi bundan sonra İngiltere’ye karşı mesafeli tutumunu ve diplomatik denge anlayışını ortaya çıkarmıştır. Nitekim Berlin Kongresi’nin 61. maddesi olan Ermenilerin yoğun şekilde bulundukları vilayetlerde idarî ıslahatlar yapılması kararı özerk ve ardından bağımsız bir Ermenistan devletine yol açacağından II. Abdülhamid tarafından hiçbir zaman gerçekleştirilmemiştir. İngiltere kendi güdümünde kurulacak Ermenistan’la Rusya’nın güneye inmesine set çekeceğinden Ermenilerle ilgili maddenin hayata geçirilmemesi karşısında Osmanlı’ya yaptırımlar uygulamış, gerek Osmanlı Devleti’ni gerekse II. Abdülhamid’i uluslararası kamuoyunda haksız duruma sokan propaganda çalışmaları yürütmüştür. Ermenilerin katledildiği haberleriyle çağdışı bir Osmanlı Devleti ve onu yöneten Kızıl Sultan imajı yaratmıştır. Ancak II. Abdülhamid yaptırımlara karşı direnmiş ve İngiltere’ye karşı Almanya’yı siyasî ve askerî ortağı hâline getiren denge siyasetini yürürlüğe koymuştur. Almanya ile büyük silâh anlaşmaları yapmıştır. İngiltere’ye karşı gösterdiği direnişe karşın 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda Osmanlı ordularının Atina önlerine gelmesine ramak kala Rusya’nın baskısıyla savaşı sonlandırıp ardından ele geçirdiği toprakları tekrar Yunanistan’a geri vermek zorunda da kalmıştır. Bununla birlikte çok yönlü dış siyaset anlayışını asla elden bırakmamıştır.
Bugün Suriye meselesinde önemli aktör olmaktan vazgeçmeyen ve Batılı güçlerce bir Kürt devleti kurulmasına izin vermeyen Türkiye’ye karşı ABD Temsilciler Meclisi’nin Ermeni Meselesi başta olmak üzere yaptırım kararları alması, Türkiye’nin Rusya’yla uluslararası güç dengelerinde müttefik olup silâh anlaşması yapması, Fransa’nın Türkiye’nin NATO üyeliği aleyhinde gündem yaratma çabaları, Yunanistan-İsrail-Mısır bloğuna karşı Libya ile Doğu Akdeniz’de enerji aramaları mutabakatı imzalayıp hâkimiyet mücadelesine girmesi, bu bağlamda KKTC’ye İHA ve SİHA üssü kurma çalışmaları tarihî hafıza yoklandığında daha anlaşılır olmaktadır. Türkiye’nin uluslararası güç dengesinde belirleyici rol üstlenmesi Batılı devletleri memnun etmemekte ve onlar da karşı hamlelerle Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya çalışmaktadırlar. Bütün bu olup bitenlere karşı devlet yöneticilerimizin belirleyecekleri siyaset için başvuracakları ilk merci tarihî bilgi ve bilinçtir. Zira oradan edinilecek tecrübe ve çıkarılacak dersler en önemli kılavuzdur.