Karadeniz; doğanın, canlılığın, diriliğin ve renk cümbüşünün yaşandığı yerdir. Nehir, çay ve derelerin derin vadileri, genç yalçın dağları ve korkunç uçurumları yaşam alanlarını daraltıp zorlaştırdığı gibi ormanları, yaylaları da bir ömre bedel! / Hava genelde kapalı, bulutludur. Çokça yağmur aldığı için bitki örtüsü bakımından bir hayli zengin, ormanları dağların zirvesini zorlayacak kadar boldur. / İnsanları dost, sevecen, arkadaş canlısı ve misafirperverdirler. Kimileri çok haraketli, zaman zaman kızgın, öfkeli ve acelecidir. İklimin, yağmurun, sisin, zor yaşam koşullarının, doğa “vahşiliğinin” kazandırdığı özelliklerdir bunlar. Halk oyunları bile çabuk, kıvrak, hızlı ve tempolu oluşlarıyla doğa koşullarının ani değişkenliğini yansıtır. / Yollar, zor koşullar yenilerek, tüneller aracılığıyla güzelleştiriliyor.
Bu kadar lafı Borçka için, Artvin için, Şavşat için yaptım. Yolumun hiç düşmediği bir yurt köşesiydi bu taraf… Anlatırlarken merakla dinlediğim, dönemeçli yollarla çok engebeli bir arazi üzerine kurulduğunu duydum. Öğrenciliğimizden kalma “bakır madeni” zenginliğini, folklorunu, kültürünü, Kafkasör’ünü, bilim ve sanat insanlarının çokluğunu, muhteşem göllerini, barajlarını, Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanına göç verdiğini ve bir Cumhuriyet kentine yaraşır “dünyanın en büyük Atatürk Anıtına” sahip olduğunu gurur duyarak gördüm…
*
Hopa’ya gidene kadar yol boyu dizilmiş yüzlerce “TIR” gördüm; gümrükte sıra bekliyorlar. Zaman zaman haberlere konu olması, çekilen çilenin büyüklüğündendi. Günlerce, belki de haftalarca bekliyorlardı. Yol kenarları, alanlar, her yer TIR’larla doluydu. Ömrümde ilk kez bu kadar çok sayıda TIR’ı bir arada görüyordum. / Çocuklar baba bekliyordu evde, eşler de koca; şoförler gümrük kapısında sırasını: Ne yapsınlar, ekmek parası.
Yeni açıldığı söylenen uzunca bir tünelle Borçka yoluna girdik. Vadinin tabanı o kadar dar ve yamaçlar o denli dik ki, Karadeniz insanının çilesini, yerleşim yerlerini, köylerini görmeden anlamak mümkün değildir. Bu vadilerde, bu yamaçlarda insanlar tüm yokluklara karşın yaşam kuruyor, çoluğa-çocuğa karışıyor, “vatandaş” oluyordu. Çile, eziyet, zorluk, Karadeniz insanının yaşamının ta kendisiydi.
Sonbahar vadinin her iki yamacındaki ağaçlarda kendini gösteriyor, yükselip Borçka’ya yaklaştıkça daha da artıyordu. Hala yeşil hakim renkti, saltanatını sürdürüyordu. / Borçka Çoruh kenarında yalnız bir ilçeydi. Mola verdiğimizde Şehitler Anıtını ve terörde can veren Mehmetçikleri ziyaret ettik. İlk kez anıtın yanından, bu mevsimde suyu az, son derece uysal ve sessiz akan yeni tanıdığım Çoruh’u seyrettim. / Hedefimiz “Borçka Kara Göl’dü”. / Yükseldikçe yeşille sarı arasındaki kavga büyüyor, iğne yapraklı ağaçlar çoğaldıkça yeşilin egemenliği de artıyordu. Ama sarı, “Ben buradayım” diyordu.
Yol, Karadeniz’de hala bir sorundu. Çalışmalar, zor koşullara karşın çok yetersizdi. Tek yönlü asfalt yoldan ayrıldık. “Dona karşı dayanıklı olsun” diye kare taşlarla döşenmiş dar, Kara Göl yoluna girdik. Beşikdüzü’nden beri sağanak yağmurlar arabanın sileceklerini çalıştırıyordu. Zaman zaman kesiyor, uzun bir süre geçmesine karşın yağmıyordu. “En azından gölü gezerken yağmasın” diye dilek ve temennilerde bulunuyorduk.
Tur arkadaşlarımızın çoğu benim gibi Kara Gölü görmemiş, kimileri de duydukları övgülerle, merak ederek internetteki “harika” resimlerine bakmışlardı. Çam ağaçları arasındaki genişçe bir alanda durdu arabamız. Kaptan, “Göle kısa bir yolumuz var, yürüyeceğiz.” dedi. / Ladinlerin içerisinde alevden sütun gibi yükselen genç bir gürgen ağacının fotoğrafını çektim. Sarıdan kızıllığa dönen yapraklarıyla, dorukların arasında yanan muhteşem bir ışıktı.
İki üç dakikalık yürüyüşten sonra erkek ve kadınların hizmet binalarını, dinlenmek için yapılan büyük salonu ve gölü gördük. / Açılan kapıdan fışkıran güzellik gibi cennet karşımızda duruyordu. Kartpostallardaki, videolardaki görüntülere gözlerimizle dokunuyorduk. Sonbahar rengini ararken / sarı gürgenlerde patlayıverdi. Gürgenler yanıyordu. Sonbahar bir alev gibi sarmıştı ormanları. Aynı muhteşem görüntü ayna gibi gölün yüzeyine de yansıyordu. Sarının kaç tonu varsa, yeşil kaç tonda duruyorsa ağaçlarda, dallarda, yapraklarda, vadilerin arasında uzayıp gidiyordu. Kara Göl’ün çevresini saran ve koynuna alan yangın ormanları renkten renge giriyor, renklerin dansını yaşatıyordu hayrancasına. Bir göle, bir ormana bakmaktan kendimizi alamıyorduk. Gökyüzü açık olsaydı, sis, dağların tepesini ve gökyüzünü kaplamasaydı, güzellik daha sarhoş, daha deli ve daha çılgınca olurdu. Tüm olumsuzluklara karşın Karagöl, sarhoş eden büyüleyici ihtişamını bizden esirgemiyordu. Binaların arkasına uzanan su kütlesinde kuruyan ağaçlar vardı. Aralarından karşıya bakıldığında kızaran, moraran çilek ve zifin yaprakları sarının yanında çarpıcı, etkileyici bir denge yaratıyordu. / Renk cümbüşünün içinde biz de sarhoş olmuştuk.
Karagöl’ün tuba ve ahşaptan yapılma iki iskelesi, içerisinde yüzdürülen kayıkları ve balıkları vardı. Kaptanın “dost” dediği ve tuzlu kıraker ikram ettiği köpekler bizi ilk karşılayan canlılardı ve ellerimize, gözlerimizin içine bakıyorlardı. / Sevgiden, anında etkileniyor, size inanıyor, güveniyor ve “bizi sevin” dercesine yanınızdan ayrılmıyor, ayaklarınızın dibinde yuvarlanıyorlardı. / Sağanak birden boşalmaya başlamasına karşın “sevincimize, mutluluğumuza” dokunamadı. Borçka Karagöl renkleriyle, güzelliğiyle, suyuyla, gölü çevreleyen yangın ormanıyla bizi mutlu etti ve hayallerimizin ötesindeki güzelliklerini gösterdi.
*
Göl alanında konuştuğumuz insanlar iki-üç gün öncesine kadar her tarafın yemyeşil olduğunu anlatıyorlardı. “Ne olmuşsa şu son iki günde oldu. Her taraf birden sarardı. Bu güzellikler, bir hafta, bilemedin on gün daha sürer, sonra kış yalnızlığına gömülürler. Buraları gezmenin tam zamanıdır şimdi…” / Öğle yemeğini Artvin’de geç vakit de olsa yedikten sonra konaklayacağımız Laşet tesislerine yöneldik. / Yolda bir gurup fotoğraf sanatçısıyla karşılaştık. Aralarında uzak doğulu insanlar da vardı.
Şavşat’a dört kilometre kala Laşet (Acı Su) Yaylasına saptık. Geceyi bungalov evlerden oluşan tatil köyünde geçirecektik. Kesintisiz yağan yağmurla geldik Laşet’e. Akşam bir hayli ilerlemişti. Lokanta, idare yeri olan geniş bir salondu. Mutfak, çay ocağı, bulaşık yıkama birimleri ayrı ayrı bölümler halindeydi. Tur kaptanımız, eline verilen listede ikili-üçlü kalacağımız evlerin numaralarını söyledi. Yardımcı olan çalışanlarla yatacağımız yerlere gidilerek bavullar, sırt çantaları bırakıldı, lokantaya dönüldü. Akşam yemeği yiyip çay içecek ve dinlenmeye geçecektik. / Doğrusu içimde “üşüyeceğiz endişe ve kaygısı” vardı. Merkezi sistemle ısıtılan evler, tüm gece kesintisiz yağan yağmura karşın bizi sıcacık koynunda uyuttu. (LAŞET)
*
Yağmur gün ışımasıyla kesti. Karşı dağlar ve ormanların koyaklarında yıkanmış ve sinmiş duman yığınları vardı. Tepeler simsiyah görünüyordu. Laşet Yaylasının üç tarafı dağlar ve tepelerle çevriliydi. Zirveye kadar ladinlerle kaplı olan dağların vadileri yaprakları sarıçiçekler gibi duran gürgenlerle doluydu. Tatil Köyünün önündeki düzlüğe kurulan mezere-köy çok güzel evleri, yaprakları sayısız renk tonuyla kızaran, sararan, kahverengine dönen, kimileri de yeşili hala koruyan cevizleriyle, ayvalarıyla, elmalarıyla, armutlarıyla, erikleriyle karşımızda tablo gibi duruyordu. Özellikle elmalar bodur olmasına karşın dalları yıkılıyordu. Kırmızı kırmızı, sarı sarı elmalar, ayvalar dalları çiçekler gibi süslüyordu.
Ah gürgen yaprakları! Sarı, bu denli çekici ve etkileyici olabilir miydi? Yaylada, dağlarda, ormanlarda renkler arası dans bu kadar uyumlu bir biçimde sürebilir miydi? Bu birlikteliğe ve güzelliğe kavakların da çok büyük katkısı vardı. Ladinler nefti yeşillikleriyle fonun ayrılmaz parçasıydı. Bu tablo ressamların tuallerindeki renk cümbüşü gibi sonsuz bir senfoni olarak gözlerimizi, sessizliğindeki seslerle kulaklarımızı, gönlümüzü, ruhumuzu doyuruyordu. Yıkanmış, tertemiz, pırıl pırıl bir doğanın zenginliğini Karadeniz’den başka nerede görebilirdi insanlar? / Doyduk yeşile ve sarıya, doyduk önümüze çarşaf gibi açılan Laşet’in görkemli meyve bahçelerine.
*
Yemekten sonra övgüsü çok yapılan Şavşat Karagöl’e-Sahara’ya gidecektik. Sonra Cevizli Köyündeki tarihi “Tibeti Kilisesi’ni” görecektik. / Yağmur korkusu tamamen içimizden çıktığı bir anda göle ulaştık. Ne yalan söyleyeyim, hem Borçka Karagöl’den küçüktü, hem de tek düze renk-yeşilin egemenliği altındaydı. Havanın kapalı oluşundan ötürü göl karanlık görünüyordu. Küçük bir ahşap iskelesi vardı. Gölü ve ormanları fon alarak fotoğraf çekiyorduk ki, deli yağmur dalgası apansız bir biçimde bastırdı. Sanki az yağmıştı da eksiğini tamamlıyordu, ya da çok acelesi vardı. / Niye kızıyoruz ki, bu yağmur değil miydi ormanları ve bitki örtüsünü bu kadar zengin kılan? / Küçük, sıcak, cebe konulacak sevimlilikteydi Şavşat Karagöl’ü. / Ani bir sıcaklık değişiminden ötürü yeni kaynayan bir tencerenin üstünden çıkan buğu gibi gölün üstünde duman dalgaları oluşmaya başladı.
*
Cevizli köyü, Tibeti (köyün eski adı) Kilisesinin-Manastırının bulunduğu yerdi. Orta Çağda inşa edilmişti. Gürcülerden Osmanlı’ya geçtikten sonra kilise 19. yüzyılda camiye çevrildi. Manastır yıkıldı, taşlarından cami yapıldı, kilise boşaltıldı. Yıldırım kubbesini yıktıktan sonra 1961’de Şavşat’a gelen kaymakam kilisenin arka kısmını, verdiği emirle dinamitle vandalcasına havaya uçurttu, İslamiyet’i kurtarmış oldu.
Taş ustalığının ölümsüzleştirdiği muhteşem kapısı ve penceremsi yerlerin sütun gibi işlenmesi insanda hayranlık duygusu uyandırıyordu. Hangi dine, mezhebe, ırka mensup olursa olsun bu, insanlığın bir yapıtıydı. / Gürcü gençler ziyaretine gelmişti kilisenin. Bahçesinde yüzyıllık ceviz ağaçları vardı. Her ikisini de birlikte izledik, fotoğraflarını çektik. Hiç kimse, kimseye düşman gibi bakmıyordu. Yıkıntılar ve öteye beriye saçılan taşlar inanın ki insana acı veriyordu. Üzülmek için Hıristiyan olmaya gerek yoktu. Çünkü o kilise bir tarihti.
*
Köy kahvesinin önünde ayakta da olsa çay içtik, sohbet ettik. Kilise ile ilgili hiçbir sorumuza yanıt vermediler. “Korkuyorlar” gibi bir izlenim uyandı bende. “Yabancı oluşumuz mu etkiliyor” diye düşünürken anladım, “kilise onlar için netameli bir konuydu.” Gezdiğimiz yerleri sordular, nerelere gittiğimizi, memleketlerini beğenip beğenmediğimizi… Sonra, “Yolunuz düşerse, Arsiyan Yaylasında, Kız Gölü, Boğa Gölü, Koyun Gölü, Çimli Göl’ü de ziyaret ediniz. Pınarlı Köyünde konaklama tesisleri var” dediler. / Bir güven ortamı oluştuktan sonra kilise için, “60 İhtilalinde gelen kaymakam dinamitletti.” dediler.
*
Yurtsever, Atatürkçü düşüncenin ve sevginin doruğunda bir insan olan Sıtkı Kahvecioğlu, dünyadaki Atatürk heykellerinin en büyüğünü yaptırarak, Artvin’in üstündeki egemen bir tepeye diktirdi. Kaptanımızdan bizi heykele götürmesini rica ettik. Çok yabanıl, çok dik ve dönemeçlerle dolu çetin bir yoldan ilerleyerek Atatürk heykeline ulaştık. Atatürk’ün büyüklüğüne, yüceliğine, derleyici, toparlayıcı, kucaklayıcı ve düşünen özelliklerine layık bir yapıttı. Atatürk’ün Kocatepe’deki “düşünen görüntüsünün” anıtıydı. Gördük, gurur duyduk, onurlandık. / Teşekkürler kaptan, sayende güzel duygular yaşattı bize bu görkemli heykel.
“Çayeli’nde akşam yemeği” için dönüş yoluna girdik. / İki günün güzellikleri bizi mutlu etti! / Geziyi düzenleyenlere “sonsuz teşekkürler” ediyor, daha nice yeni gezilere diyorum.
Sevgiyle, esenlikle kalınız.