Bayramda, uzun zamandır görüşemediğim, İstanbul’dan okul arkadaşım Uğur Özcan’la epey hasbihal ettik. Futbolu çok seven Uğur futbolculuk döneminden sonra antrenörlük de yaptı. Üsküdar Anadolu Kulübü’nde. İstanbul Üniversitesi futbol takımında bizim kaptanımızdı. Üniversitenin meşhur spor şenliklerinde fakülte takımımız çok iyi dereceler alırdı. Uğur Özcan bizim üst dönemimizdi. Trabzonlu da değildi. Futbol oynarken çenesi de durmaz herkesi organize etmeye çalışırdı. Futbolun beşiği Trabzon’dan gelsem de beni de haşlardı ara sıra...
- Biraz koşsan ne olur Varoollll…
Yıllar geçti ve ben futbolla ilgili ilk filmimi çektim 2008’ de: “Mahalle Maçı 5’te Haftayım, 10’da Biter.”
Yaşadığım ve sevdiğim futbolu anlatmaya çalıştım bu filmde. Belki de bu şehrin değil, bu ülkenin en iyi futbol belgeselini çektim. 2009 Ankara Film Festivali’nde bunu kanıtladım. Festival tarihinde ilk defa bir futbol filmi finale kalan filmlerden oldu. İşte, yıllar sonra görüştüğüm Uğur Özcan filmi anlattı bana, tebrik ederek.
“Üsküdar Anadolu Kulübü’nün altyapısını çalıştırırken senin filmi izlettirdim hep onlara” dedi.
Mutlu oldum ve yeni filmimi yapmak için heyecanlandım.
Bizim memleketin bir özelliği vardır. Beğenmez seni ama gidince bir yere anlar ve söyler değerini.
Örnek mi istersiniz; Şenol Güneş.
***
Ben, futbolun bireyselliğini değil, evrenselliğini sevdim. Sanayileşen değil, temiz kalan tarafında olmayı seçtim.
Kirlenen her şey gibi futbol da temiz kalamadı. Mahalle aralarında başlayan o güzelliği ve tatlı rekabeti yaşamak, dakikalarla sınırlı olmayan, taştan yapılan kalelere şut atmak istedim hep.
1982 Dünya Kupası, çocukluğumda ilk izlediğim futbol organizasyonuydu. Renkli televizyon yayının yeni başladığı yıllardı. Okullar tatile girmiş, bende köydeki dayımın yanına gitmiştim. Renkli bir televizyon almıştı dayım, futbolu da çok seviyordu.
Maçların yayını başlamadan, köydeki bütün arkadaşları ile küçük, eski evin odasına dolar, birlikte pür dikkat izlerdik maçları.
Hepsi Brezilya Milli takımına hayrandı.
Çok renkli ve göze hoş gelen estetik futbol anlayışıyla mest olurdular.
Beyaz Pele lakaplı Zico ve yanında Falcao ve Eder, ortada takımın kaptanı uzun boyuyla, saçlı sakallı Doktor Sokrates.
Bir filozof edasıyla, yumuşak dokunuşlarıyla futbolu ancak bu kadar güzelleştirir bir futbolcu.
Çocuk aklımla çok sevmiştim bu Sokrates’i.
Soylu bir eda, dağınık kara sakallar, tarak yüzü görmemiş saçlar, çatık kaşlarının altında endişeli kara gözleriyle Sokrates; gerçekten bir futbolcudan çok bir filozofa benziyordu. Oyun stili ahlaki bir otoriteyi çağrıştırıyordu. Hızın ya da gücün değil vizyon, akılcı paslar ve çalımların adamıydı.
Sokrates, takımını şampiyon yapamadı. Futbolu hiç sevilmeyen, gücü temsil eden İtalya’ya, şikeci Rossi’nin attığı üç golle yenilip elendiler. Bizim için dünya kupası hazzı o maçla bitmişti.
Sahne, iki kirli takım; Almanya ve İtalya’ ya kalmıştı.
Sokrates; sosyal bir aktivistti. Futbolu göze hoş gelen tarafıyla sevdirdi bize ve düşündürdü.
Ve şimdi…
Seyircisiz bir lig başlıyor, tekrar yeni düzenin yeni oyunu gibi.
Kim için ve ne için yapılıyor?
Sanırım, endüstriyel baskılar sonucu, kalan maçlar oynatılarak paranın akışı sağlanıp sözde şampiyon belirlenecek.