Büyük hatalar yaptık, hem de çok büyük.
Eskiye ve değerlerimize dair ne varsa onları kıymetsiz ve çağdışı görüp sırtımızı döndük.
Toprağımızı, havamızı, suyumuzu, soframızı ve daha nicelerini dayatılan yeni yaklaşımlara terk ettik. Hem de hiç düşünmeden ve düşünenlere asla kulak asmadan.

Aslında her şey; kazanlarımızda “Sarı kızın” Anadolu kokulu bol kaymaklı sütü dururken; öğrencilerimize Amerika kaynaklı “Süt tozu” içirme eylemlerimizle başladı.
Bu hesapsız değişim çılgınlığımız 80’li ve 90’lı yıllarda çok hızlı bir gelişme yaşadı ve nihayet zirve yaptı.
Nelerimizi  işe yaramaz diye ter etmedik ki?
Önce evlerimizin ve geleneksel mimarimizin işe yaramaz olarak belletildi. Böylece değişimin temelleri betona kodlandı. Artık eli yetenler hemen, yetmeyenler borçlanarak geçmişlerini betonlamaya başladılar.
Sıra mutfaklarımıza gelmişti, atadan kalan bakır tavalar, tabaklar, güğümler, siniler, çaydanlıklar ve daha niceleri alüminyumlarla hatta plastik kaplarla değiştirildi. O değerli emanetler haraç mezat elden çıkartıldı.
Dönemin uyanıkları bakır toplayıcıları oldu. Ailemizin ve kültürümüzün bu çok kıymetli emanetlerini, alüminyumların parlatılan yüzüne feda ettik. Ayıktığımızda iş işten çoktan geçmişti.
E artık bu değişim çılgınlığından yataklarımız da nasiplenmeliydi. Yüklüklerdeki yün ya da pamuk yataklar, yorganlar, yastıklar kapının önüne konulmaya başlandı. Yüklüklerimiz sağlıkla ve el emeğiyle vedalaşıp, kapılarını kapattı. Artık meydan yaylı sünger yatakların ve elyaf yorganlarındı.
Evlerimizdeki ahşap malzemelerde yerini dönemin baş aktörüne, plastiğe bırakmalıydı. Öylede oldu, naylondan/plastikten cehennemlere gömdük kendimizi.
Ve tabi en acı değişimi; sadık yârimize, kutsalımıza, “Ata toprağımıza” yaşattık.
Onu ölçüsüzce ve hiç acımadan zehirledik. Adına gübre denen kimyasallar, ürünü arttıracak beklentisiyle topraklarımıza salındılar. Ölçü ve analiz hak getire; saldık tarlaya, Mevla’m koruya.
Aile hayvancılığının hâlâ gözde olduğu bu dönemlerde, hayvan dışkılarını nereye koyacağımızı bilemez olduk. Yani doğal gübrelerimiz bile bir işe yaramaz oldu.
Elbette gübreyle birlikte “Ata toprağımızın” ruh ikizini de modaya uyup harcamalıydık. Öyle de oldu, “Ata tohumlarımızı” yok oluşa serptik. Ki onlar “Ata toprağımız” kadar kutsal, genlerimiz kadar değerliydi. Her bir tohum asırların emeğini yaşatıyordu. Toprağımıza, suyumuza, güneşimize uyumu yansıtıyordu. Damağımıza, midemize ve sağlığımıza iksir sunuyordu.
Onlar bizdik, biz tohumlarımızın can bulmuş haliydik.
Ve sağlığımızı, geleceğimizi düşünmeden kendimizi hibritledik.
Ata toprağımız, kendisine yabancı tohumlarla, onların ilacı ve gübreleriyle kanser oldu.


Tarım dünyamızda yıllardan beri devam eden küresel dalgalanmalar; rahmetli annemin her yaz başı büyük bir aşkla gerçekleştirdiği, “Tohumlarını gün yüzüne çıkartma törenini” henüz hafızamdan silebilmiş değil.
O, diğer anneler gibi adeta tohumların da annesiydi. Tohum anneler ürünlerin en gösterişli ve sağlıklı olanlarını seçer; onları pamuklu bezlere ya da varsa cam kavanozlara yerleştirip bereket uykusuna yatırırlardı.
Yaz başı her bir tohum bohçası özenle açılırdı. Mısır, kabak, salatalık, fasulye, maydanoz ve diğer tohumlar okşanmak için sıralarını beklerlerdi. Çocuk halimizle anlayamazdık bu ritüeli, gerçi büyüyünce de anlayamadık ya!
Sonra komşularla tohum takasları başlardı. Bereket kabul edilir, dualarla toprağıyla buluşturulmaya hazırlanırdı.


Toprağımıza ve geleceğimize en büyük ihanet sanırım buydu. Ne insanımızın ne de toprağımızın sağlığını düşündük, her alanda olduğu gibi tarımda da akıntıya kürek çekme sevdasındaydık.
Meydan artık dış kökenli tohumların ve bunların ticaretini yapan şirketlerindi. Konuyu dertlenenlerin feryatları, tarım rantının baş döndüren kulvarlarına asla ulaşamadı. Ata tohumlarımız, Ata topraklarında üvey evlat muamelesi görürken, vatansever sloganlar havalarda uçuşmaya devam ediyordu.


Ata tohumlarımızın yeniden hayat bulması, hayvancılıkta Anadolu ırkının ihya edilmesi ve toprağımızın sağlığına kavuşturulması vatanseverliğimizin en öncelikli eylemleri olmalıdır.
Azda olsa bu anlamda yapılan çalışmalar umudumu tazeliyor. Duyarlı arkadaşım Yusuf Yılmaz’ın paylaşımlarından öğrendik ki; 16 Mart Perşembe günü Beşikdüzü’nde “Ata tohumu takas şenliği” yapılmış. Emeği geçenleri tebrik ediyorum, kutlu olsun.
Daha kapsamlı bir çalışmayı bir siyasi partinin İstanbul il başkanlığının yaptığını ulusal haber ağından öğrendim. Çalışma, “Ata tohumlarını” doğru yöntemlerle çoğaltmak ve üreticiye ücretsiz dağıtmak şeklinde planlanmış ve uygulanmış. Çalışma ayakta alkışı hak ediyor, Kutluyorum.
Siyasi partilerin ve sivil kuruluşların benzeri alanlarda faydalı projeler üretmelerine çok ama çok ihtiyacımız var.
Elbette konunun asıl muhatabı Tarım Bakanlığı.
Tarım Bakanlığı bütün birimleriyle ve bir kurtuluş savaşı aşkıyla Ata topraklarında; Ata tohumlarının ve Anadolu ırkına dayanan hayvancılığımızın yeniden şahlanışı mücadelesine girişmeli, hem de hemen.
Yarın çok geç olabilir.