AH ÜZRE İKBAL OLMAZ!..
Hani Tuncel Kurtiz (dayı) diyordu ya “Mesele ölmek değil yeğen, mesele dost bildiğin en güvendiğin adamın eliyle ölmekmiş mesele.”
Ersun Yanal'ın ilk Trabzonspor macerasında kendisini “Trabzon'da Son Argonot” yazısyla ve sevinçle karşılamış, Oligarşinin üç filine karşı Anadolu'nun onurlu direnişinde kaptan köşküne yine bir Anadolu evladının oturmasını meşaleler yakarak karşılamıştım. (aradım kendi yazımı hiç bir yerde bulamadım)
Ersun Yanal ile sezon sonunda yeniden masaya oturan TS yönetimi prensip anlaşmasına vardı ve Yanal'ın devam edeceği kamuoyuna açıklandı.
Ama belli ki kamuoyuna açıklanmayan şeyler de vardı.
Süleyman Hurma Kayseri'den, Şota da Kasımpaşa'dan nicedir ayrı, ama hayatları et - tırnak kıvamında ayrılmaz ikiliydi. Şeytanın avukatlığına soyunup, TS yönetimi ile bu ayrılmaz ikilinin "B Planı" olarak yedekte tutulduğunu düşünmek zeka testini gerekli kılmaz herhalde.
Sonra sezon planlamasını yapan Ersun Yanal, yönetime şampiyonluğa oynayacak takım için ihtiyaç listesini sundu.
Sonra yönetim, akan muslukların kesildiğini, gelirlerin çok azaldığını, Polonya ile Tacikistan berabere kalınca üzümlerin dalında kuruduğunu, dolayısıyla bu transferlerin yapılamayacağını, hatta hocanın sözleşmeden doğan alacaklarının ödenmesini bile zora gireceğinden bahisle, EY'yi sözleşmesini feshe ( 400 bin avrocuk sadaka vererek!) ikna etti. EY de 400'ün verdiği sıcaklıkla bu alengirliğe sessiz kaldı. Eh başka şansı da yoktu hoş. Sonuçta karşısında Aziz Y'ye atarlı bir figür vardı.
EY'yi Trabzon'dan ayıran uçağın tekerleri daha Pelitli'yi terk etmeden, bir başka uçak piste teker kondurdu. Tesadüfe bakın ki bu uçağın içinde de ayrılmaz ikili vardı.
İkilinin Hurma olanı, belli ki çeşitli transfer vaatleri ve iştah kabartan ortak projeler çantasıyla geliyordu.
İlk iş projenin olmazsa olmazı Şota'yı kabul ettirmek oldu. Futbol konusundaki sonsuz iyimserlik ve karamsarlıklarıyla meşhur TS camiası da bu değişikliğe anında onay verdi.
Öyle ya Şota takımın efsanelerinden biriydi, Hurma da şeydi, ee şey işte ya, başarılı olmuş diyorlardı bir yerlerde, iyi biri yani, eşelemeyin. Trabzonspor da Barcelona değil hoş!
Ayrılmaz ikili işe başladı. Bir de ne görelim!
“Para yok gurban, biz transfer mransfer yapamayız” diyerek bu ülkenin sayılı bir kaç teknik adamından birine yol veren TS Yönetimi, yeni ikiliye transfer yağdırmaya başladı!
Bu transferlerin kime ne kazandırdığını zaman gösterecek. Ama transfer kayıtlarının da tutulduğu arşiv odası yanan! Kayserispor'un ve onu temsil edenlerin rüyalarında göremeyecekleri paralar kazandığını yıllar sonra hepimiz öğreniriz. Kimsenin 2. Lig esame listesinde bile adını aramadığı bir oyuncu 2 milyon avro karşılığında TS'ye imza atıyor ve bir anda takımın değişmezi oluyorsa, orada duracaksınız!. Her maç en az 3-4 hayati pas hatası ya da top kaybı yaşayan vasat altı bir oyuncuyu kamuoyuna "yıldız" diye sunmak Trabzon futbol kültürü ile alay etmektir. Umar ve dileriz ki bu oyuncu 10 milyon avroluk piyasa değerine ulaşır, ama bu ihtimal Zeki Yavru'da bile bu oyuncunun 2-3 katıdır.. Neyse bu konuya sonra devam ederiz..
EY yetkinliğindeki bir futbol adamını 400 bin avroluk bir saçılmışlıkla kapının önüne koyan TS, yeterlilik konusunda gönderdikleri adamın kat kat altında bir adama tam 9 transfer yaparak "görece" iyi bir takım verdiler.
ŞOTA kariyerindeki bir TD'e bu kadronun kurulmasının, hayatında menemen ya da peynire iki yumurta kırmak dışında yemek becerisi ve geçmişi olmayan bir aşçıya mutfağı teslim etmekten farkı yoktu. Yazıyı okuyan çoklarının "ŞOTA'ya değil HURMA'ya teslim" etti dediğini duyar gibiyim. Öyle ya, ŞOTA galibiyet sonrası önce HURMA'ya teşekkür ediyorsa, bunun bir nedeni olmalı.
Soru şu sevgili ve öfkeli okuyucu;
TS yönetimi böyle bir kadro kuracak idiyse, EY'yi neden gönderdi ve daha önemlisi hadi EY ile anlaşamadınız vesaire, bu kadroyu teslim ede ede, bula bula Süper Lig stajyeri ŞOTA'yı mı buldunuz?
Hurma ya da başkalarının size vaadettiği nedir bilmiyorum, ama bir kez daha kendi ayağınıza sıktınız.
TFF seçimlerinde şike cephesine destek vermenizin de bu işle bir ilgisi var mı doğrusu merak içindeyim.
Nihayetinde, TFF Genel Kurulu'nun yapıldığı otelin kahvaltı salonunda oturan baş şikeci Aziz Yıldırım'a, eliyle kahvaltı tabağı hazırlayıp, oturduğu masaya servis eden kişiden, Trabzonspor'a profesyonel yönetici şavullayan bir şehrin çocuklarıyız.
Ne utanan var, ne soru soran..
Trabzon medyasının İstanbul'a "eklektik" kısmının sessizliğini, çaresizliğini, zavallılığını az çok tolere edebiliyoruz da, zincirlerinden ve aşağılanmışlıklarından başka kaybedecek şeyleri olmayan "yerel" medyanın şikeye ve Aziz'e karşı sessizliğinden payımıza sadece utanç düşüyor.
Kim bu şehre ihanet ediyorsa, haksızlık karşısında susuyorsa Allah layıklarını versin.
ŞAMPİYONLUĞA OYNAMAK..
Trabzonspor deplasmanda BJK'yı devirdiğinde pek çok arkadaşım şampiyonluk düşü görmeye başladı.
Kendilerinin moralini bozmak zorunda kaldım. Zira 40 kafadan 861 ayrı sesin çıktığı yerde başarı kaf dağının ardındaki karayemişler kadar uzaktır.
Üstelik bu kısmı işin saha dışıyla ilgili
Asıl sorun saha içinde oysa
Göreceli olarak iyiye yakın bir takım kurulmuş olabilir. Siz İstanbul şike medyasının TS'ye övgüler dizmesine aldanmaya devam edebilirsiniz, zira onların tek derdi kurulu düzende çıkan aykırı otları temizlemek ve sistemin içine çekerek terbiye etmektir.
İHO ve arkadaşları nicedir bu terbiye sınırları içine çekildi, o mesele halledildi yani.
Şimdi sıra taraftarın ve şehrin dinamiklerinin "ıslahında"
Bunun yolu da Trabzonspor'u "bir şekilde" yarışın içinde tutarak gaz almak ve şike konusunu konuşulur olmaktan çıkarmaktır.
Sizlere ibretlik bir örnek;
Sahibi FB'li olan bir spor radyosuna bağlanan TS'li bir dinleyici, "şike cezaları hala verilmedi" gibi bir şey söylemeye kalkınca, spiker sinirle sesini keserek yayından aldı ardından da şu açıklamayı yaptı; "Ya bu TS’ lileri anlamak zor, şike konusu kapandı işte, niye oraya saplanıp kalıyorsunuz ki, bak takımın da iyi, daha ne istiyorsunuz?"
Kafa bu, seçim sizin. Malum akılları pazarda satılığa çıkarmışlar herkes gitmiş yine kendi aklını satın almış.
Taraftarlığı kombine ya da avanta olarak gören tribün esnafları için bu yazı yok hükmündedir. Aslında bu kısmı en üste koyacaktım, ama belli mi olur belki bir kişiyi daha birilerinin değil de şehrin adamı saflarına çekeriz umudu benimki, boş işler yani...
Yönetim 2 mağlubiyet daha alındıktan sonra yine Ersun Yanal'a dönerse de şaşırmayız. Şike dosyasında adı geçen adamı TD olarak başa getirmekte beis gör-e-meyen kafa için vakayı adiye. İlkesiz, sorumsuz, akılsız, öngörüsüz...
Ah üzre ikbal olmaz. Ahı alınan kim olursa olsun...
EŞBER & CAN BABA DOSTLUĞU GiBi DOSTLUKLAR!..
Eşber Yağmurdereli soyadı gibi Yağmurderelidir, hemşehrimizdir. Esprilidir, eğlencelidir, sözünü sakınmaz.
Kadıköy'de bir ofisi vardır, sık sık görürüz kendisini o da duyar bizi, malum görmez gözleri.
Bir zamanın derininde, Beyoğlu'nda bir barda, hadi adını da verelim Jasmin'de, can kardeşim Eyüp Karasakal ve ben Oligarşi medyasının TV’lerinde gece muhabirliği eder iken ve elbet gece muhabirliği Beyoğlu'nu Beyazıt Yangın Kulesi kılar iken, Aşık Mahzuni çalar Eşber baba "Sarı Gelin"i söyler iken, Mahzuni'nin yanında ben Eşber babanın yanında Eyüp, bir doyulmaz masal gecesinin düşüyle hemhal iken, ve dahi bardak şıngırtıları insanca bir ritm tutturmuş, tüm bar ahalisi bize kadeh kaldırır iken, ne biz içindeydik zamanın, ne de zaman bizim farkımızdaydı.
Yıllar sonra Eşber babayı gördüğüm günlerden sonuncusunda, sözü Can Yücel'e ve meşhur Açık Hava Sahnesi Can Yücel 70. yaş gecesine uzandık. Can baba sahneye çıkarken çoraplarından birini merdivende düşürmüş, diğeri de ayağının ucunda direnmeye devam ediyordu.
Eşber Yağmurdereli o gece bir şiir okudu,
"Halime tercümandım/ Sözüm ona insandım/ Hamsiydim buğulandım/ Koynumdaki kadını / Havva anamız sandım"
Eşber ve Can babaların son görüşmesi 29 Aralık 1997’de Datça'da Can Yücel'in evinde olmuş.
"Evinin bahçesinde oturduk. Yorgundu. Çok kısa görüşebildik. İkimiz de bunun son görüşmemiz olduğunu biliyorduk. Sonraları Leman'daki son şiirinde yazdığı gibi: Binmişim kanserin atına, gidiyorum Nazım'ın ormanına" dedi ve gitti. Ben de yine onun söyleyişiyle Çankırı Hapishanesi’ni boyladım. Geride bu fotoğraf kaldı"
Böylesi bir dostluğun tarafı olduğunuzu hissetmediyseniz hiç, şöyle bir silkinip hayatı ve kendinizi sorgulayın derim.. Benim olmadı misal...Yoksulluğun dibinde barbun avındayım.
2 ADIMDA CÜNEYT ÇAKIR HAKEMLİĞİ!..
Futbol bir ayrıntı ama neredeyse hayatın bütününe etki eden bir ayrıntı. Bu açıdan bakınca tüm hayatı ve sosyolojiyi kucaklayan sonuçlar çıkarmak da mümkün futboldan..
Konumuz Cüneyt Çakır...
Kendisinin babası da eski hakemlerimizden biri ve baş şikeci Aziz Yıldırım'ın maaşlı çalışanı. (yakın zamana kadar öyleydi, devam ediyor mu bilmem)
Çakırların Cüneyt olanı aslında futbolun içinden gelme avantajına sahip. Lisanslı olarak oynamışlığı var. Oynamaya alışık yani..
Ama ülke iklimi o kadar kaygan ki, Çakır ya da bir başkası için "dik durma" meselesi , başlı başına varoluşun tarifi gibi..
Her "kurnaz" gibi Cüneyt Çakır da kendi çıkışını sistemden bağımsız halletmiş.
Çakır hakemliğini özetlersek;
İçerde idare ediyor, dışarda yönetiyor.
İçerde idare ediyor çünkü; verdiği bir karardan sonra baş şikecinin daha önce örneğini sayısız defa verdiği gibi yüzüne tükürük yiyebilir, anasının cinsel hayat hakkında aşağılık sözler duyabilir ve lapin balığı gibi de ortada kalabilir..
Dışarıda yönetiyor çünkü; verdiği bir kararda hata bile olsa özel hayatına tecavüz edilmeyeceğini biliyor, en fazla daha az maç yönetebileceğini biliyor, kafasında bir idare müdürü taşımıyor, sadece futbol oyun kuralları kitabıyla çıkıyor maçlara.
Son Trabzon maçını bir güzel "idare ediyor" ve beraberliği sağlama almayı düşünüyordu ki, Onur'un amatörce hatasıyla, istemeyerek de olsa taraflardan birinin kazanmasına engel olamadı. Trabzon'un penaltısını verebilirdi, ancak Galatasaray'ın beraberliği kurtaracağına inanamadığı için o penaltıyı çalmadı. Eminim çok üzgündür şimdi, penaltıyı vermediğine değil, beraberliği kurtaramadığına.. Zira herkesi memnun edecek tek sonuç oydu, beceremedi.