19. YÜZYILI ANLAMADAN TARİH KONUŞMAK

Son zamanlarda tarihin tozlu sayfaları çokça karıştırılıp oradan günümüz dünyasıyla örneklendirilip siyasi ve tarihi tahliller yapılıyor.
Unutmayalım 19. yüzyılı anlayamayan bugünü de yorumlayamaz. Petrolün kokusunu Ortadoğu’da ilk kimler aldı?

O ana kadar petrol hiç mi bizim gündemimizde olmadı?

Çok uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı neden birdenbire çatırdamaya başladı?

Avrupa’daki reform ve diğer yenilikler Osmanlı’da neden gecikti?

Sanayi ve üretim toplumuna geçiş neden uzadı? Eğitim neden yenilenemedi?


Mesela biz neden 1. Dünya Savaşı’nda Almanlarla birlikte idik.
Almanların bizle ittifak yapmaları sadece bizi sevdikleri için miydi?

Bizim çaresizliğimiz nedendi?

Başka bir ittifakın içinde olabilir miydik?

Almanların yanında olmaya mecbur mu bırakıldık?
Neden Sevr, neden Mondros, neden Uşi, neden Berlin antlaşmaları?

Neden bütün ülke duyun-i Umumiye elinde idi.

Neden ordu dağıtıldı?

Neden Anadolu paylaşılmaya başlandı?


Çanakkale 1915’te geçilemedi ama sonrasında neden rahatça geçilip İstanbul işgal edildi? Neden İzmir kurtulduktan sonra İstanbul kurtulabildi?

Kurtuluş Savaşı’nda neden iç isyanlar çıkartılıp sürekli olarak kimler tarafından desteklendi? Uzayıp gider bu sorular.
19. yy dünya ve Türkiye tarihi için çok önemlidir. Avrupa’da, Balkanlarda, Kafkaslarda, Ortadoğu’da, Arap Yarımadası’nda, Afrika’da kaybedilen topraklardan geriye kalmış bir avuç toprak parçasının nasıl yeniden vatan yapılıp Türkiye Cumhuriyeti olarak tarih sahnesinde yerini aldığını incelemeden bilmeden söylenen her sözde yalan da vardır yanlış da.
Tarih çok ciddi bir bilim dalıdır. Öyle kulaktan dolma bilgilerle geçmişe dair hüküm verilemez. Ve Türk tarihini bir bütünlük içinde yorumlayıp tahlil edemeyenler hiç konuşmasınlar.

HER BOYAYI BOYADIK DA

Bu sözün gelişi biliyorsunuz “bir tek fıstıki yeşil kaldı” diye biter.

Ortaokul öğrencisine sorsanız bu deyim neyi anlatır diye verdiği; “Her işimiz düzgün oldu da şimdi bu eğreti işi mi yapmaya sıra geldi.” diye cevap verdiğinde Türkçe öğretmeninden kocaman bir aferin alır.

Boztepe'de tünel açılır.

Koca koca viyadüklerle bin yılların Boztepe'si betona boğulur.

Üstüne üstlük koca bir tarihi mahalle yok edilir.

Bir mahalle yok edilse iyi.

Boztepe ile Yemicuma, Arafilboy mahalleleri de bütün yaşanmışlıkları ile birlikte maziye karışır.

Sonra eleştiri filan derken, işin aslı bırakılıp, “aaa bu viyadükler çok çıplak, onları giydirip estetik bir görüntüye kavuşturalım.” derler.

Ve her işimiz tamam gibi fıstıki yeşile boyamaya başlanan beton kuleler sayesinde şehrin estetiğini kurtarmaya çalışırlar.

İş baştan yanlıştı.

Madem Boztepe tünelle geçilecekti en alt koddan Cephanelik tarafından geçilip bunca masrafa gerek duyulmadan, onca kamulaştırma bedeli ödenmeden geçilemez miydi?

Dünyanın neresinde görülmüş tepeden tünel açıp o açılan tünellere viyadüklerle ulaşmak?

Neyse biz yine boyamaya devam edelim.

Her boyayı boyadık ya bu sefer de “viyadük yeşili”ni deneyelim.

PARİS'TE BİR EVSİZ

Bazen yaşam biçimi olarak seçerler sokaklarda yatıp kalkmayı.

Ama çoğu zaman çaresizlik iter onları bu hayata.

Bir Paris gezisinde çekmiştim bu resmi.

Hani o meşhur Fransa'nın ışıltılı kültür ve sanat şehri başkenti Paris var ya tam da orada.

Caddenin ortasına kıvrılmış umursamaz ama çaresiz tavırlarla beton üzerinde uyumaya çalışan bir evsiz.

Hâlâ orda mıdır? Yaşıyor mu? Bilemem ama renkli Paris gecelerinde kaybolmuş bir insanın çaresizliğine  şahit olmak üzücü.

İnsan bu, Afrika'nın çöllerinde de çaresiz kalabiliyor, Paris'in ışıltılı gecelerinde de.

Peki ya savaşlardan, ülkelerarası anlaşmazlıklardan bunalan insanlığın çaresizlere çare olması adına atacak bir adımı olmayacak mı?

Olmayacak galiba.

Her geçen zaman içinde geçmişin kan ve gözyaşına rağmen insanlık daha da kötüye gidiyor.

Savaşlar savaşları tetikliyor.

Sular kirleniyor.

Buğday filizlenmiyor.

Hava yetmiyor.

Denizde balık yaşayamıyor.

Ve insanlık Paris'te de olsa betonların üstüne uzanıverip sonunu bekliyor.

Çaresizliğin KÂBİL'İ de aynı, PARİS'i de.

Hâlâ yaşıyor mu bilmiyorum.

Ama bu kış işi çok zor görünüyor.

MANASTIRIN KENARINDA BİR GARİP OSMANLI ÇEŞMESİ

Kızlar Manastırı, Kültür ve Turizm Bakanlığınca restore edilip tekrar Trabzon Büyükşehir Belediyesi’ne devredildi.

Belediye burayı bir açık hava müzesi ve aynı zamanda kültür ve sanat etkinliklerinin merkezi olarak kullanmakta.

Güzel işlere de imza atılıyor sanat adına.

Gelin görün ki Manastır ve çevresinde birçok sorunlar var.

Gidiş sorun.

Çıkış sorun.

Yol yok.

İniş sorun.

Park yeri yok.

İki araç yan yana geçemez.

Boztepe'den giriş yapan araçlar etkinlikler bitene kadar park edecek yer bulamamakta.

Tarihi yapının etrafı eski evlerle çevrili.

Kamulaştırma beklerler.

Boztepe tünellerine giden viyadükler doğa ve tarihi yapı ile tamamen uyumsuzluk içinde.

Hele bir tarihi çeşme var ki tarihi yapının hemen yanı başında.

Osmanlı kitabesi üzerinde.

Çeşme elden geçirilmiş.

Taş yapı.

Ama gel gör ki etrafında çöp konteynırı ve bildik görüntüler.

O güzelim tarihi çeşmenin kitabesi Osmanlıcadan günümüz Türkçesine çevrilip aydınlatıcı bir bilgilendirme yapılamaz mı?

Hepsinden önemlisi tarihi çeşmenin etrafında çöp kutusunun işi ne?

Tarihe saygımız bu mu?

Güzel işler yapmak yetmiyor. Güzelliği yaşatmak gerekiyor.

Yıllardır atıl duran tarihi Kızlar Manastırı restore edildi.

Şehre bir değer kazandırıldı.

Kültür ve turizmin hizmetine sunuldu.

Buraya kadar yapılan işler güzel.

Ama bu güzelliğe ulaşmak, yaşatmak bu kadar zor olmasa…

Hele ecdat yadigârı o çeşmeyi garip bırakmak hiç de hoş değil.

Çöp ve tarih...

Çöp ve ecdat yadigârı...

Hiç yakışıyor mu?